12 Ekim 2025 Pazar

Afganistan ve Pakistan neden savaşıyor?

Afganistan ve Pakistan arasında sınır çatışmaları yaşanıyor ve iki müslüman komşu ülke birbirine düşmanca davranıyor.

Bunun nedeni olarak birçok sorun var. İki ülke ve iki halk arasında çok katmanlı bir problem ağı mevcut. O yüzden hangisinin haklı olduğuna karar vermek zor.

- Öncelikle en büyük sorun mülteci sorunu. Pakistan'da 30-40 yıllık ve 2-3 milyon nüfusu bulan bir Afgan mülteci kitlesi var. 2021'de Taliban'ın iktidara gelişi ile birlikte yaklaşık 500 bin-1 milyon arası bir mülteci dalgası daha oldu. 2023'ten bu yana ise Pakistan bu mültecileri Afganistan'a sınır dışı ediyor. Şimdiye kadar 1 milyondan fazla kişiyi deport etti. Bunların bir kısmı gönüllü dönmüş olabilir. Pakistan tüm Afgan mültecileri 2025'in sonuna kadar göndermek istiyor (Ümit Özdağ duymasın), bu da yaklaşık 3 milyon mülteci demektir. Bu Afganistan için çok ciddi bir insani krize dönüşecek anlamına da geliyor. (Bence bu olayda Pakistan haksız)

- Terör sorunu, Pakistan Talibanı adı verilen bir örgüt Pakistan'a karşı mücadele ediyor. Bunlar etnik olarak Afgan, ulus olarak Pakistanlıdır. Ayrıca Pakistan Afgan mülteciler arasında da bu örgüt ile irtibatlı kişiler olduğunu ve Afgan mültecilerin terör ürettiğini iddia ediyor. Taliban ise bundaki Afgan mülteci rolünü reddediyor. (Ümit Özdağ bunu da duymasın). (İkisi de haklı veya durum ortada)

- Pakistan terör örgütlerinin Afganistan'da üslendiğini (PKK'nın Kuzey Irak'ta üslenmesi gibi düşünün) iddia ediyor ve sık sık Afganistan'ın içine doğru askeri operasyonlar ve hava bombardımanı düzenliyor. Afganistan da misilleme olarak sınırdaki Pakistan karakollarına saldırıyor. (Hangisi haklı hangisi haksız karar veremedim, ortada)

- Afganlılar Pakistan ve Afganistan arasındaki Durand hattının 1893'te İngiliz sömürgecileri tarafından dayatıldığını ve bir Afgan milleti olan Peştunları böldüğünü iddia ediyor. Dolayısı ile 100 yılı aşkın bir süredir Afganlılar bu sınırı kabul etmiyorlar. Taliban da iktidara geldiğinde bu sınırı kabul etmedi. Bu da iki ülke arasındaki ciddi bir sorundur. (Bence bu konuda Afganlar haksız)

- Taliban iktidara geldiğinde Pakistan'a bağlı olmayan bağımsız bir politika izledi. İran'la Rusya ile Çinle Hindistan ile ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. Özellikle Hindistan'la ilişkilerini geliştirmesi Pakistan ile gerilime sebep oldu. (Pakistan haksız olabilir veya ortada)

Bunun gibi ve buna yakın birçok sorun var. Sorunların tarihi, jeopolitik, dini, etnik, ekonomik, güvenlik, insani, ideolojik katmanları var. Onun için ben tam karar veremedim, ama sanki Pakistan haksız. O kadar mülteciyi bu kadar kısa sürede deport etmesi, zorla göndermesi çok ciddi bir insani krize sebep olacaktır. Bu, kardeşlik hukukuna da müslüman hukukuna da ve insan haklarına da uymaz.


Paylaş:

7 Ekim 2025 Salı

Sumud aktivisti ve boykot dedektifi Erdem Özveren neden tutuklandı

Erdem Özveren konusuna girmek istemiyordum ama bu konuda da adamı haksız yere linç eden paylaşımlar gırla gidiyor. 

Az önce müslüman geçinen bir arkadaşın sayfasında gördüm. Şöyle diyor: "Bu adama başta Ersan Çelik yazdı diye inandım ama valinin açıklamasından sonra onun iç yüzü ifşa oldu. Meğer bu sureti haktan görünen bir fitneci bir iftiracı imiş. Boykot konusunda da böyle fitneci iftiracı imiş..."

Bunların hepsini de valiliğin açıklamasından sonra anlamış. 

Birazcık inancınız varsa Allah'tan korkun!

Arkaplan:

Erdem Özveren bilindiği gibi Sumud filolarına katılan bir aktivist idi. Ama bundan önce o "Boykot dedektifi" adlı bir uygulama kurmuş ve boykot edilecek küreselci firmaları ifşa eden çalışmalar yapmış. Doğru yanlış, tutarlı tutarsız bilemem ama bende bıraktığı izlenim hak hukuka dikkat ettiği yönünde. Erdem Özveren bu şekilde sosyal medyada meşhur olmuş. Ben kendisini fazla tanımam. Ama biraz araştırdığım kadarıyla iyi niyetli bir müslüman arkadaşa benziyor. Boykot markalarını ifşa etmekle de kendi çapında iyi bir hizmet yaptığını düşünüyorum. Bize de onun hakkında genel olarak hüsn-ü zan etmek düşer. 

Peki ne oldu? 

Olay şu: Sumud aktivistlerini Türkiye'ye getiren uçak indiği zaman tüm aktivistler aileleri, sevenleri ve hatta devlet erkanınca coşku ile karşılanırken emniyet güçleri tarafından Erdem Özveren gözaltına alınarak ayrı bir birime götürülüyor. Sosyal medyada paylaşılan "camın arkasındaki fotoğrafı" orada çekildi.

Hem kendisi hem de yol arkadaşları buna üzülüyor ve paylaşımlar yapıyorlar. "Bu güne kadar boykottan dolayı markalar tarafından 150'ye yakın dava açıldı bana, hepsine Allah için İslam için göğüs gerdim, Ama uçaktan iner inmez herkes çiçekle karşılanırken, bize ailemiz çoluk çocuğumuz önünde gözaltı olunca, artık devletime olan ümidim tamamen kırıldı" mealinde bir paylaşım yapıyor. Benzer bir paylaşımı da aktivistlerden Ersin Çelik de yaptı. 

Sonra İstanbul valisi bu konuda bir basın açıklaması yaptı. Meğer Erdem'in hanımı "eşim kayıp" diye ihbar vermiş, o da gelir gelmez "bulundu" tutanağı için alıkonulmuş. Vali "o gün gözaltına alınmadı ve adli kontrole de arkadaşları ile birlikte gönderildi" diyor. Şimdi bu "resmi" açıklamayı doğru kabul etmekle birlikte Erdem beyin şikayeti ile ilgili bir tenakuz bir çelişki durumu yok ki. Erdem "beni gözaltına aldılar, hapse attılar, arkadaşlarımdan farklı bir yere gönderdiler" demedi ki. Uçaktan iner inmez herkesin ailesi ile kucaklaşırken neden kendisine bu kadar apar topar işlem yapılıp (o camın arkasındaki) ayrı bir birime ayrıldığını soruyor. Haksız mı? Değil. Söyledikleri hala doğru.



Paylaş:

26 Eylül 2025 Cuma

Suriye devrimini Erdoğan mı yaptı?

Trump, "Bence Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye konusunda sorumlu kişi. Suriye'nin başarılı savaş sürecinde de sorumluluk ona ait. Eski liderden ülkeyi kurtaran da oydu." dedi.

Erdoğan "yok yok ben yapmadım" dediyse de Trump'ın iddiası kesin ve net. En şedit Erdoğancılar bile bu kadar net iddia edemiyor.

Peki doğru mu? Devrim sürecinin nasıl geliştiğini daha önce de ayrıntılı bir şekilde yazmıştım. Tekrar kabaca ele alalım.

2018'de Suriye'de Esed bloku dışında 3 muhalif blok daha vardı. SDG Amerika ile müttefikti. SMO eski adıyla ÖSO ise Türkiye ile müttefikti. HTŞ (Heyet-i Tahrirüş Şam, önceki adıyla en-Nusra) hiç kimse tarafından desteklenmiyor hem ABD hem Türkiye hem de Körfez Arap ülkeleri tarafından terör örgütü olarak kabul ediliyordu. ABD HTŞ'nin lideri Ahmet Şara'nın (kod adı Ebu Muhammed ec-Colani) başına 10 milyon dolar ödül koymuştu. O zamanlar Türkiye de HTŞ'yi terör örgütü olarak tanımlamıştı. Ancak Türkiye ile doğrudan bir çatışma durumları hiç olmadı. 2016-2018'de HTŞ ve Türkiye'nin desteklediği SMO mücadele etti ve HTŞ SMO'yu İdlip'ten çıkardı. Bunlar SMO ile çatışsalar da Türkiye'ye doğrudan bir düşmanlık yapmadılar. Devrimi Türkiye'nin desteklediği SMO değil HTŞ yaptı. Ancak her şeye rağmen Türkiye ve Erdoğan'ın bunlara devrimden önce dolaylı olarak birçok faydası oldu. Şöyle ki;

Esed Rusya ve Şii blok HTŞ'yi Halep'ten çıkardılar. Bunlar İdlip'te sıkıştılar. Eğer bunlara İdlip'te de saldırsalar Türkiye HTŞ'nin yararına Esad karşıtı savaşa dahil olacaktı. Hatta çatışmalar başlamıştı. Çünkü bu, Türkiye'ye büyük ve yeni bir göç dalgasına sebep olacaktı. İdlip'e sıkışan HTŞ'ye Esed'in saldırmasına Türkiye izin vermedi bunun üzerine Astana barış anlaşması yapıldı ve İdlip'in de dahil olduğu bir çatışmazlık bölgesi oluşturuldu. Çatışmazlık bölgesi HTŞ gruplarının 5 yıl içinde kendilerini toparlamasına ve devrim için hazırlık yapmasına olanak sağladı.

HTŞ'nin 27 Kasım 2024 saldırısından kısa bir süre önce Erdoğan Esed ile görüşmek ve ilişkileri normalleştirmek istiyordu. Esed ise "önce Türkiye Suriye topraklarından çekilsin sonra görüşürüm" diyerek kibirli bir tavır takındı. 

HTŞ Esed rejiminin o ara İdlip'e sürekli artan tacizlerine karşı saldırı başlatınca açıkçası Türkiye rahatsız oldu, çünkü Astana barışının bozulmasını istemiyordu. Ama muhaliflerin muzaffer yürüyüşünü görünce Erdoğan devrimi hemen sahiplendi. "Halep'ten sonra Hama, Humus, Şam devam edin" dedi. Devrim o kadar hızlı gelişti ki 7 günde Esed ve destekçileri tüm cephelerde bozguna uğradı ve Halep, Hama ve Humus ele geçirildi. 8. günde Esed ailesi ve rejimin önemli adamları kaçtı ve Şam da teslim oldu. 

Her şey o kadar hızlı ve güçlü oldu ki bunu ancak Erdoğan başarmış olabilir kanaati hasıl oldu. Devrimden sonra ise elbette Türkiye'nin desteği artarak devam etti. 

Bir şey daha var. Suriyelilerin Türkiye'nin vassalı olmak gibi bir niyeti yok. Bunun için Ahmet Şara Katar ve Arabistan ile yakınlaştı. Son tahlilde Arabistan ve Türkiye Suriye'yi birbirine kaptırmamak için ikisi de destek verme konusunda birbiriyle yarışıyor. Trump Arabistan'a gidince veliaht prens Muhammed bin Selman ona Ahmet Şara hükümetini tanıması ve yaptırımları kaldırması için baskı yaptı. Tam o anda Erdoğan da telefonla bağlanıp aynısını Trump'tan istedi.

Peki Trump'ın bu söylemlerinin arkasında ne var? Erdoğan'a "bak senin isteğinle senin olan Suriye'deki yaptırımları kaldırdım ama bu kıyağımı da unutma" diyerek borçlandırmak istiyor.



Paylaş:

23 Eylül 2025 Salı

İsrail'e karşı çıkanların Katolikler olması dikkatinizi çekti mi?

Bu konu kimsenin dikkatini çekmemiş olabilir. Konu şu: Avrupa'da İsrail'in katliam ve soykırımını destekleyenlerin başında Katolikler geliyor. Hem ülkeler düzeyinde hem de halklar düzeyinde böyledir.

Papa defalarca Gazze için barış ve ateşkes çağrısında bulundu. Kendisi katolik kilisesinin başıdır ve Katolikler de Yahudileri sevmezler. Yahudileri sevenler Evanjelik Protestanlığı. Çoğu Amerika'da yaşar. Tüm Protestonlar Katoliklere göre Yahudilere kategorik olarak daha yakındır. Ama özellikle Evanjelikler.

Bugün İsrail'e karşı çıkan Avrupa ülkelerine bakalım: İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya, Belçika ve İrlanda. Bunların tümünde hakim olan mezhep Katolik mezhebi. Bu bir tesadüf değil. Fransa diğerlerine göre daha az Katolik olabilir. Çünkü Kalvenist Protestanlığının merkezi de Fransa'dır. Yine de Katolik nüfus bu ülkede çok fazladır. Tüm bu ülkelerde dikkat ederseniz tabandan gelen bir itiraz var. Halk Vatikan'daki papaya bağlı. Hatta Hitler de Katolik kökenlidir.

İngiltere Anglikan Protestanlığı. Bu yüzden İngiltere'de halk tabanında güçlü bir Yahudi karışıklığı yok. İngiltere'de Katolik yok. Almanya'da Luteryen Protestanlığı ve Katolik mezhebi mevcut. Geçmişte Yahudilere soykırım yapan Naziler çoğunlukla Katolik kökenliydi. Günümüzde baskı altında oldukları için ikinci planda duruyorlar.

Olayın bir de Gazze ayağına bakalım: Gazze'de üç kilise var. 

- Rum Ortodoks Kilisesi
- Katolik Kilisesi
- Baptist Protestan Kilisesi. 

İsrail Ordusu 17 Temmuz 2025'te Gazze'de Katolik Kilisesine bir saldırı düzenledi. Kilise cemaatinden 2 kişi öldü ve birçok kişi yaralandı. Saldırıyı Fransa İtalya ve Vatikan güçlü bir şekilde kınadı. 

Yani kısacası Avrupa'da derin mezhebi farklılıklar var ve bu durum hala Avrupa sosyolojisini ve siyasetini etkiliyor. Bunun bir sonucu olarak Avrupa'da İsrail'in taşkınlıklarına, katliam ve soykırımına en fazla tepki gösteren Katolik halklardır. 



Paylaş:

2 Nisan 2025 Çarşamba

Trump Rusya'nın yayılmacı vizyonunu anlayamıyor

Putin Trump ile kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Çünkü Trump kendi gibi başarılı bir girişimci olan Elon Musk ile birlikte kendi aklına çok güvendi ve Amerikan devlet aklını küçümsedi.

Putin'in çeşitli vesilelerle Ukrayna ile barış müzakereleri için ortaya koyduğu nihayi hedefler şöyledir:

  1. Ukrayna'daki mevcut hükümetin devrilmesi ve yerine geçici bir hükümet kurulması. Müzakereyi o geçici hükümetle yapmak istiyor.
  2. Ele geçirdikleri toprakların ilhakı ve Ukrayna'nın bu topraklarda hak iddia etmekten vazgeçmesi.
  3. Ukrayna'nın NATO'ya girmesinin sonsuza kadar engellenmesi.

Bu şartlar sadece Ukrayna'yı değil her bakımdan Avrupa'nın güvenliğini de tehdit ediyor.

Rusya ABD ile masaya oturmuş gibi yapıyor. Şimdilik masaya oturmayan tarafın Ukrayna olduğunu göstermeyi ve Ukrayna'yı ABD nezdinde izole etmeyi başardı. Diğer taraftan askeri saldırıyı sürdürüyor ve sahada etkinliğini genişletiyor. Rusya'nın Ukrayna işgali altındaki Kursk bölgesini kurtarmaya devam ederken Ukrayna topraklarında ilerlemeye ve kendisinin işgal ettiği alanları genişletmeye de devam ediyor.

Trump ise hala Zelenski ile değerli maden pazarlığında ...

Tarihsel olarak Avrupa'nın Rus yayılmacılığını sınırlayıcı bir rolü var.  Rusya'nın Osmanlı ile yaptığı birçok savaşta ele geçirdiği toprakları Avrupa'nın zorlaması ile anlaşma masasında terk etmek zorunda kalmıştı. Rusya 19 yüzyıl boyunca Osmanlı ile yaptığı savaşlarda özellikle Balkanlarda Osmanlı'dan kazandığı hemen hemen tüm toprakları geri vermek zorunda kaldı. Bunun en açık örneği 1877'deki 93 Harbinde Avrupa'nın reddetmesi sonucu Ayastefanos Antlaşması'nın kaldırılıp yerine Berlin Anlaşmasının yapılmasıdır. Yine Avrupa'nın baskısı ile 1812 savaşında ve 1829'daki Edirne anlaşmasında Rusya savaşta kazandığı Balkanlardaki toprakları Osmanlı'ya geri vermek zorunda kaldı. Avrupa'nın Rusya yayılmacılığına karşı harekete geçtiği en önemli olaylardan birisi de 1853'teki Kırım savaşıdır. Kırım Savaşı'nda Rusya tek başına Osmanlı'ya karşı harekete geçerken Avrupa ülkeleri (İngiltere Fransa ve Sardunya) Rusya'nın Osmanlı topraklarını ele geçirmesine karışı olduklarından Osmanlı lehine bir ittifak kurup Rusya'ya karşı savaşa katılmışlardır.

Neticede Avrupa Rusya'nın genişlemesini durdurmaya çalışmıştır. Bu durum 2 Dünya Savaşı'ndan sonra bozulmuştur. Böylece NATO da buna karşı kurulmuştur. Hatta Türkiye'nin NATO'ya girme sebebi de Rus yayılmacılığına karşı duyulan endişedir.

Bugün de Avrupa Rusya'nın Ukrayna Savaşı'nda toprak ilhakına karşı son derece hassas durumdadır ve kırmızı çizgisidir. Bu Amerikan ve Atlantik siyaseti içinde geçerlidir. Ama Trump ve kendisi gibi akla bir karış havada olan kurmayları bunun çok farkında görünmüyor.

Paylaş:

1 Nisan 2025 Salı

Ölünün ardından neden olumsuz konuşuluyor

Ben çok büyük zulüm haksızlık ve düşmanlık yapan kişiler haricinde ölülerin ardından olumsuz konuşulmasını tasvip etmiyorum. Fakat kanımca bir insanın arkasından iyi konuşulmasını da hakketmesi gerekir. Değilse kişi hakkında susmak en iyisidir.

Volkan Konak'ın ölümü üzerine her zaman olduğu gibi yine sosyal medya bölünmüş ve çalkalanmış durumda. Genelde dindar kesimin arkasından onun iyi konuşmadıklarını gördüğümden hemen onu araştırmaya giriştim, twitter'ında paylaştığı twitlere ve yaptığı konuşmalara, paylaşımlara baktım. Volkan'ın laik-dindar çatışmasında açıkça taraf olduğu ve dindar kesime karşı olduğu twitter paylaşımlarından da anlaşılabilir. Ayrıca "ben ölünce beni gömmeyin, beni yakın, küllerimi de Karadenize ve Trabzona serpin" dediği de konuşuluyor. Bunun salt bir bireysel inançsızlığın gereği mi, yoksa toplumun inanç ve değerlerine bir tepki göstergesi mi olduğu tartışma ve yoruma açık.  

Benim bu konudaki genel tespitlerim şöyle:

Türkiye müslümanlarının ve İslamcılarının diğer müslüman toplumlardan daha fazla hoşgörülü olduğunu söyleyebiliriz. Yani dindarlık ile uyuşmayan bir yaşam biçiminiz varsa bu Türkiye müslümanları ve İslamcıları için sorun teşkil etmez. Ama siz dindarlığa ve islamcılığa saldırıyorsanız o başka.

Yakın bir dönemde Müslüm Gürses, Cüneyt Arkın, Ferdi Tayfur, Filiz Akın, Kenan Işık, Ahu Tuğba, Erkin Koray ve hatırlayamadığım yada ismini bilmediğim diğer bazı ünlüler öldü. Ben bunların arkasından kötü bir söz söyleyen bir dindar görmedim. Neden, halbuki bu insanların yaşam biçimleri hiçbir şekilde islam ile uyuşmuyordu. Hatta bunların sadece bireysel yaşamları değil, icra ettikleri sanatları da İslam'a uygun değildi.

Burada kişilerin hayatlarının ve hatta sanatlarının İslam ile uyuşup uyuşmaması değil, İslam ve müslümanlara karşı olumsuz davranışları, sözleri ve tavırları etkili oluyor.

Yanlış hatırlamıyorsam Ahmet Kaya da "öldükten sonra beni yakın" demişti. Fakat bu sözünden dolayı Ahmet Kaya'ya laf söyleyen bir dindar hatırlamıyorum. Ahmet Kaya ömrünün sonlarına doğru Diyarbakırda verdiği bir konferansın ardından söylediği sözler özellikle milliyetçi tayfa tarafından hedef alınmasına sebep olmuştu.

Kemal Sunal'ın politik duruşu bellidir ve muhafazakar karşıtı sol çizgisi oldukça belirgindir. Filmlerinin çoğu Aziz Nesin'in kitaplarından uyarlanmıştır. Ama hepimiz filmlerini izledik sevdik, üzerimize alınmadık. Aynı şey İlyas Salman için de geçerli idi. Banker Bilo'nun burjuva ve muhazakar karşıtı rolleri bir dindarı hiçbir zaman rahatsız etmedi. Ama son zamanlarda İlyas Salman sosyal medya aracılığı ile dindar kesimi hedef alan açık mesajlar veriyor ve bu polemiğin ve çatışmanın bir parçası oluyor. Bu durumda hedef aldığı kesimlerce onun sanatına saygı gösterilmeyeceği açıktır.

Aslında anlatmak istediğim şudur:

Sanat yaratıcılığın ve hayal gücün ifade biçimi olarak tanımlanır. Eğer bu tanımı daha da daraltırsak "sanatın bir ifade biçimi olduğunu" söylememiz gerekir. Sanatçılar kendi mesajlarını, umutlarını hayallerini düşüncelerini korkularını ve ümitlerini sanatsal yaratıcılık yoluyla aktarırlar. Bu yönüyle sanat toplumsal değişimin başlatıcısı ve temel bir dinamiği olduğu kabul edilir. Dolayısı ile bir sanatçının sanat yoluyla verdiği mesajlar hedef kitlenin inancına aykırı olsa da tolere edilebilir. Fakat sanatçı bizzat sanatı yerine kendisi bir özne olarak kamplaştırıcı faaliyette bulunduğunda aynı tolerasyon gösterilmez.

İyi sanatçılar hangi düşünceden olurlarsa olsunlar düşüncelerini icra ettikleri sanatlarında verirler. Kötü sanatçılar ise düşüncelerini Twitter'dan dile getirir ve kamplaştırıcı bir dil kullanırlar. Elbette böyle devam ettiği sürece sataştığı kesimler onların sanatına ve kişiliğine da saygı göstermeyecektir.

Paylaş:

30 Mart 2025 Pazar

Üniversite öğrencisi ile polis polemikleri

Gösterideki üniversite gençleri polisi hedef alıp "Okuyabilseydiniz Polis Olmazdınız" diye pankart açmışlar. Kendini Aristo sanan cahiller 😃

Bugün yüksek puanla girilen ODTÜ, Boğaziçi, Galatasaray Üniversiteleri öğrencilerini, hatta puanı yüksek olmayan herhangi bir üniversitenin öğrencilerini, yani üniversite öğrencilerinin tümünü polislik sınavına soksan beşte biri (%20) ya kazanabilir yada kazanamaz. Benim tahminim o kadar. Çünkü üniversiteye girmek için "bilişsel yetenek" yeterli iken polis olabilmek için buna ek olarak "duyuşsal yetenek" ve "psiko motor yetenek" de gereklidir. 

Her şeyden önce KPSS'den belirli bir yeterlilik puanı alması gerekir, ek olarak mülakatta genel kültürünün ve güncel olaylar hakkındaki bilgilerinin yeterli olması lazım. Polisler kanun ve mevzuat konusunda da bilgili olmak zorundadır. 

Polis olabilmek için bunların yanı sıra temel olarak belirli bir boy-pos olması, belirli bir düzeyde kondisyon ve fiziksel dayanıklılığın bulunması gerekir. Koşu, mekik, şınav, engel atlama gibi kısıtlı sürede yapılması gereken çeşitli fiziksel sınavlardan geçerler. Psiko-motor yetenekleri gelişmemiş, geçmişinde spor yapmamış kişilerin büyük çoğunluğu bu sınavdan eleneceklerdir. 

Psikolojik dayanıklılık, silah kullanmaya elverişlilik, iletişim kurma becerisinin gelişmiş olması, çevreye, olaylara ve insanlara hızlı adaptasyon kabiliyetinin yüksek olması gerekir. Özgüveni yüksek, diksiyonu düzgün, ikna kabiliyeti güçlü ve stres altında çalışabilen kişiler olması gerekir.

Peki sizce o küçük Aristolarımızın kaçta kaçı bu sınavlardan geçebilirlerdi 😃

***

Polis ODTÜ'lü gence "akıllı olun" demiş. Genç de "ben zaten akıllıyım 500 puan alıp ODTÜ'yü kazanmış kişiyim" deyince Polis de "500 puan alıp ODTÜ'yü kazanmışsın ama üniversiteyi kazanamayan birinin peşinden koşuyorsun" demiş. 😃

Cevap çok zekice...

Fakat bu hep böyle değil midir?

- En yüksek puanı alanlar mühendis ve teknik eleman olur.

- Daha düşük puan getirenler işletme filan okur yönetici olur.

- En düşük puan alanlar veya kazanamayanlar da siyasetçi ve lider olur, herkes de onların peşinden koşar.

500 puan seviyesinde olan kaç siyasi liderimiz var ki? Birisi "Ali Babacan" demişti. ODTÜ'yü birincilikle bitirmiş bir kişidir kendisi. Fakat tam da bu yüzden siyasi liderlik yeteneği yok zaten.





Paylaş:

28 Mart 2025 Cuma

İmamoğlu soruşturma ve ifadesi üzerine

Ekrem İmamoğlu'nun savcılıkta geçen ifadesini ve sorgusunu içeren 121 sayfalık belgeyi okudum. 

Kısa bir değerlendirme yapacak olursak, Soruların %90'ına "Bu soruyu muhatap kabul etmiyorum, iddiaları şiddetle reddediyorum" şeklinde cevap verdi. 

Son sözünde de "ben üç kez İstanbul seçimlerini kazanmış bir kişiyim bana bunları soramazsınız" mealinde uzun bir açıklama yapıyor. 

İyi de sana kazandığın seçimlerle ilgili sorular sormuyor ki, senin yönettiğin belediyede senin kurumların, senin adamlarının hakkında ortaya çıkan yolsuzluk iddiaları bunlar. Üç seçim kazanmak sana "sorulamaz" hakkı veriyorsa o zaman Erdoğan bugüne kadar 30 yıldan beridir girdiği 20'ye yakın bütün seçimleri kazanmış. o zaman ona da kimsenin sormaması gerekir.

Her şeyi normal, temiz, düzgün bir yönetici olsa çıkar her şeyi çatır çatır savunur. Bu telaş, bu panik, bu üstencilik neden?

***

Şimdi deniyor ki, "gizli tanık". Bu konuda da algı yapıyor.

  • 4 gizli tanık
  • 13 kimliği açık tanık
  • 4 müşteki (şikayetçi, davacı)

Gördüğünüz gibi dava gizli tanık beyanlarına dayanmıyor. 

Gizli tanıkların ifadeleri de oldukça önemli bilgiler içeriyor ve bu bilgiler Masak raporları ve elde edilmiş olan diğer açık bilgilerle uyum sağlıyor. Örneğin gizli tanıklardan biri "Adem Soytekin'in İmamoğlu'nun gizli kasalarından biri olduğunu duyduğunu" söylüyor. Adem Soytekin ifadesinde de İmamoğlu'nun şirketleri ile herhangi bir ticari ilişkisinin olmadığını söylemişti. Ancak Masak raporları İmamoğlu İnşaattan Adem Soytekin'in şirketine 8 daire devredildiğini ve yine başka zamanlarda para transferi olduğunu gösteriyor. Dairelerin karşılığında bir ödeme görünmüyor. Adem Soytekin bunun hakkında tekrar sorgulandığında İmamoğlu inşaat ile birlikte iş yaptığını onun karşılığında 8 daire aldığını söylemiş. İmamoğlu ise bu iddiaların tümüne "Bu soruyu muhatap kabul etmiyorum ve iddiaların tümünü şiddetle reddediyorum" cevabını vermiş.

İyi de bilader senin şirketinden senin gizli kasan olduğu iddia edilen kişiye 8 daire gittiği görülüyor. Bunu açıklaman gerekmiyor mu? 

***

Soruşturmalar özellikle reklam panoları üzerindeki sistematik yolsuzluk ağını gösteriyor. Şikayetçi firmalardan birinin önceki yönetim zamanından kiralanmış reklam panoları vardı. 2019'da İmamoğlu kazandıktan sonra süresi dolmadığı halde kendisine ruhsatını yenilemesi gerektiği söyleniyor. Ruhsat yenilemek istediğinde bu sefer ek ücret ve rüşvet talep ediliyor, vermeyince ruhsatı iptal ediliyor ve panoları tahrip ediliyor. Sektördeki birçok firmaya bu şekilde zorluklar çıkarılırken yandaşlarına ve kendi kurdukları paravan firmalara usulsuz ve muvazalı ihaleler ile ruhsatlar veriliyor. Kendi firması bilbordları işletme hakkını aldıktan sonra bilboardların boyutu büyütüyor ve giantboard yapıyor, sayısını da arttırıyor. Böylece 5-6 kat daha fazla kazanç elde ediyorlar. Bunun gibi birçok örnek ve kanıtlanmış detaylı anlatımlar var. 

İmamoğlu benim bilgimin dışında diyerek sıyrılabilirdi. Ama o kadar kolay olmayacak, alttaki insanlara topu atarsa onlar da itirafçı olup daha fazla bilgiyi ortaya saçabilirler. 

***

Suçlamalar oldukça sağlam ve somut. Kanaatime göre sadece yolsuzluk suçlamalarından en az 10 yıl hapis cezası yer. Terörden ceza alacağını beklemiyorum.



Paylaş:

Osmanlı'da Bayram Selası


Osmanlı döneminde bayram selası şöyle okunurmuş. Şu güzelliğe bakar mısınız?
 
Leysel 'idu limen lebisel cedid
İnnemel 'idu limen hafe minel va'id
 
Leysel 'idu limen rekebel mataya
İnnemel 'idu limen terekel hataya
 
Leysel 'idu limen basatal bisat
İnnemel 'idu limen teceveze ales sirat
 
Tercümesi:
 
Bayram yeni elbise giyenlerin değildir
Bayram kıyamet azabından korkanların bayramıdır.
 
Bayram bineklere binenlerin bayramı değildir
bayram günahları terkedenlerin bayramıdır.
 
Bayram evini dayayıp döşeyenlerin değildir
Bayram sırat köprüsünden geçebilenlerin bayramıdır.
 
***
 
Tüm İslam aleminin bayramını tebrik eder; Filistin'in mansur, ümmetmizin mamur; tüm müslüman ve müminlerin ibadetinin mebrur, dualarının makbul, kalplerinin mesrur olmasını niyaz ederim.

Paylaş:

İmamoğlu ve İBB ile MEB arasındaki kreş sorunu


İmamoğlu yolsuzluk ve terör suçlaması ile gözaltına alındığında sorgudaki ifadesinde "Kreş konusundaki icraatı nedeniyle kendisine siyasi kumpas kurulduğunu" söyledi.

Hapishanede iken de yine "Kreş açtığım için hakkımda soruşturma açılmış. İfade vermek isterdim ama şu an gözaltındayım, yoksa seve seve bu şehrin çocukları için yaptığımız kreşleri tüm gücümle savunurdum. Kreş açma suçunu işlemeye devam edeceğiz" açıklamasında bulundu.

Suçu kendine göre popülize ve politize edip suç olmaktan çıkarıyor. O zaman şöyle soralım:

Diyelim ki ben de şehrin çocuklarını eğitmeye, hizmet etmeye karar verip İstanbul'da bir kreş açtım ama belediyenin ruhsat için talep şartları yerine getirmediğim için ruhsatsız devam ettim. Gelen belediye personeline de "gücünüz yetiyorsa gelin kapatın" diyerek rest çektim. Olur muydu Ekremciğim? Çünkü Ekrem'in yaptığı tam olarak bu.

Şimdi ben bu konuyu biraz araştırdım ve detaylarını sizinle paylaşayım.

Okul öncesi kurumların niteliği yaşa göre belirleniyor. Buna göre Kreş ve Anaokulu farklıdır.

- 0-24 aylık yaş arasında çocukların dahil olduğu kuruma KREŞ deniliyor ve bu kreşlerin yönetimi Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına bağlıdır. Bakanlığın Resmi gazetede 29342 sayılı Yönetmeliğinde tanımların yer aldığı Madde 4'ün h. fıkrasında "Kreş: 0-24 aylık çocuklara hizmet veren kuruluşu" diye tanımlanıyor.

- 36-68 aylık yaş arasındaki çocukların dahil olduğu kuruma da ANAOKULU deniliyor. MEB'in Okul öncesi yönetmeliniğinin Madde 4 a) fıkrasında yine "Anaokulu: Eylül ayı sonu itibarıyla 36-68 aylık çocukların eğitimi amacıyla açılan okulu" şeklinde tanımlanmaktadır.

Özetle 0-24 arası aylık olan çocukların olduğu kurumlara "kreş", 36-68 arası aylık olanlara da "anaokulu" denir.

Şimdi İBB'nin açtığı "Yuvamız istanbul" kurumunun web sitesinden baktığımızda şöyle yazıyor: "3-6 yaş aralığındaki çocukların ihtiyaçlarını gözeterek; onların bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimlerini destekleyen güvenli ve zengin öğrenme ortamları sunan bir kurum olmayı hedefliyoruz."

Yani senin kurduğun Kreş değil Anaokuludur. Dolayısı ile anaokulu açılması işletilmesi ve yönetilmesi tamamen Milli Eğitim Bakanlığına bağlıdır. Özel anaokulları açılsa dahi bu da Özel okullarda olduğu gibi tamamen Milli eğitime bağlıdır.

İBB'nin açtığı ve kreş adı verdiği anaokulları MEB'e bağlanmayı ve denetlenmeyi kabul etmemekte ve ilgili mevzuatı çiğnemektedir. MEB, Yuvamız İstanbul kurumunun kapatılmasını veya MEB'e devredilmesini resmi olarak talep etti. İmamoğlunun buna verdiği cevap "güçleri yetiyorsa gelsin kapatsın" şeklinde oldu.

Cin olmadan şeytan çarpmaya kalkmak deyimi böyle bir şeydi galiba 😃

Paylaş:

24 Mart 2025 Pazartesi

Erdoğan ve İmamoğlu'nun kaderi aynı mı?

İkisi de İBB başkanı iken hapse atıldı. 

Erdoğan oradan çıkıp cumhurbaşkanlığına yürüdü. 

Şimdi sıra İmamoğlu da... mı?

Evet Erdoğan hapse girdi. Ama bir milli şairin şiirini okudu diye. Erdoğan İBB başkanı iken herhangi bir yolsuzlukla suçlanmadı. Birileri tarafından suçlanmış olsa da yargılandığı ve hapsedildiği bir dava değildi. O zaman da aynı şimdiki gibi muhalefetteki bir partinin belediye başkanı idi ama elinden gelen hizmeti yaptı. Hizmetleri beğenildi ve Türkiye'ye de model olabileceği düşünüldü. Halkımız ona teveccüh etti ve o da siyasi dehasını kullandı. Yine de kolay olmadı. Önce parti başkanı oldu. Sonra partisi mecliste 1. gelirken henüz milletvekili seçilemeyen kendisi Deniz Baykal'ın da yardımı ile milletvekili seçilebildi. Sonra başbakan oldu. Daha sonra cumhurbaşkanı oldu, ama her aşamada sistemin zorlukları ve engelleri ile karşılaştı. 

İmamoğlu'nun da siyasi bir liderlik gücü var. fakat onun önündeki zorluklar daha başka. Üniversite diploması iptal edildi. Bu durumda zaten CB adayı olamaz. O da Erdoğan gibi hapse girdi ve muhtemelen mahkumiyet de alacak. Fakat burada şiir okumak gibi masum bir nedenle değil, yolsuzluk ve mali suçlar nedeniyle suçlanıyor. 2028 seçimlerinden önce çıkacağını sanmıyorum. Bu da başka bir engel. İmamoğlu CHP partisinin başkanı bile olamadı. CHP ve muhalefet blokunda kendisini istemeyen ciddi bir kesim de var. Twitter'a girerseniz hala aleyhinde konuşan/paylaşımlar yapan bir CHPli/muhalif kesim olduğunu göreceksiniz. Tekrar aday olabilse bile Erdoğan karşısında kazanabileceğine dair bir veri yok. 

Bence siyasi hamleleri de doğru oynamadı. İmamoğlu'nun ilk yapması gereken şey parti başkanlığını ele geçirmek olmalıydı. Şu anda bu tiyatral cumhurbaşkanlığı aday adaylı ön seçimi yerine parti başkanlığı seçimini yapması ve partisine tam olarak hakim olması gerekirdi. Partide birçok baş var Mansur Yavaş, Özgür Özel ve Kemal Kılıçdaroğlu. Bunlar en hassas zamanda çelme takabilirler. Çünkü İmamoğlu'nun CB olması durumda sonraki aşamada bu ekipleri zaten tasfiye edecek. Bunların sadakat göstereceği ne malum.

Yani İmamoğlu'nun siyasi kariyeri gerçekten bitmiş olabilir.



Paylaş:

23 Mart 2025 Pazar

İmamoğlu İstanbul'da hangi sorunları çözmüş?

Ekrem İmamoğlu iki dönemdir İstanbul'dan belediye başkanı seçiliyor ve İBB'yi yönetiyor. Peki ne tür hizmetler yaptı? İstanbul'un hangi sorunlarını çözdü? Bir İBB vizyonundan çözmesini beklediğimiz sorunlar, mesela;

  • Trafik ve ulaşım?
  • Konut ve kira?
  • Deprem riski ve kentsel dönüşüm?
  • Altyapı ve çevre düzenlemesi?
  • Yeşil alanlar ve çevre temizliği?
  • Ekonomi. İstihdam ve işsizlik?
  • Küresel ticaret merkezi haline gelmesi?
  • Turizm merkezi olması?
  • Sosyal hizmetler ve erişilebilirlik?
  • Sağlık hizmetleri erişimi?

Midyat'ta kulağımla ilgili sağlık kurul raporunu, tüm muayeneleri ve tahlilleri ile birlikte bir günde çıkarttım. İstanbul'a gittiğimde raporun tarihi geçmişti. Geçerlilik süresi bir hafta imiş. Aynı raporu almak için Bakırköyde Siyami Ersek Hastahanesine gittim, bırakın raporu sadece odyometri testi için 3 ay sonrasına randevu alabildim. 

Hakkaten İmamoğlu İstanbul'da hangi sorunu çözdü? Ortaya koyduğu iftihar ettiği projesi nedir? İnanamadım ama "Kent lokantası" imiş. 16 milyonluk nüfusu olan mega kentte günlük 5 bin kapasiteli lokantası ile övünebiliyor. Bunların çapı da bu kadardır.

Efendim yok merkezi hükümet engel oluyormuş da falan da filan... Bunları geçiniz. İBB'nin bütçesi dünya ülkeleri bütçelerinin yaklaşık %30'undan daha fazladır.

***

Ben bunları dile getirince bazıları "hastahaneler sağlık hizmetleri Sağlık bakanlığına bağlıdır" diye hemen itiraz etti. Ama benim söylediğim "sağlık hizmeti ERİŞİMİ". Belediyeler kentin ihtiyaç durumuna göre hastahane yaparak bunu sağlık bakanlığına devreder. Mahallede okul ihtiyacı varsa bunu MEB değil belediye bilmesi lazım. Sağlık bakanlığı sağlık hizmeti verir, hastahane inşa etmez, MEB de okullarda eğitim verir, okul inşa etmek MEB'in işi değil, cami inşa etmek de Diyanetin yaptığı bir iş değil. İnşa, imar ve altyapı birinci dereceden yerel yönetimlerin sorumluluğundadır.

Belediyenin kentte olan biten her şeyle alakası var. Bunlar başka kurumlarla ilgili olsa da fark etmez. 

Sağlık, Sağlık Bakanlığına bağlı. Ama kentteki sağlık kurumlarına erişim büyük oranda yerel yönetimle ilgilidir. 

Trafik de Ulaştırma Bakanlığına bağlı. Ama kentte trafiği rahatlatacak önlemleri almak belediyenin sorumluluğundadır. 

Konut sorunu İmar ve İskan Bakanlığına bağlıdır. Kira ve konut fiyatlarını doğrudan etkileyecek politikalara sahiptir.

Eğitim Milli Eğitim Bakanlığına bağlıdır ama okullarla ilgili her tür imar, inşa, altyapı ve üst yapıdan belediye sorumludur. 

Çevre düzenlemesi de Çevre Bakanlığına bağlıdır. Ama kentte çevre ile ilgili tüm düzenlemeleri elbette belediye yapacaktır. 



Paylaş:

22 Mart 2025 Cumartesi

Saraçhane ve öğrencilerin devrimcilik serabı

Öğrenci hareketleri hoştur, güzeldir. Fakat öğrenci hareketlerinden bir devrim çıkmaz. 

Bir isyan hareketinin önünde iki yol vardır. Ya kitselleşecektir veya marjinalleşecektir. Eğer isyana konu olan olaylar büyük kitleyi temsil ediyorsa kitleselleşme olabilir. Fakat bu yine de rejimin karakterine bağlıdır. Örneğin Tunus'ta Yasemin devrimi çabucak kitleselleşip Zeynel Abidin Bin Ali rejimini devirdi ama Suriye'de rejimin yıkılmasını isteyen daha geniş bir kitle olmasına rağmen rejimin baskıcı ve saldırgan doğasından dolayı devrim kitleselleşemeyerek marjinalleşti. 

Devrimin kitleselleşebilmesi için uygun bir sosyal yapı, uygun bir rejim ve uygun bir devrim nedenleri olmalıdır. Örneğin Arap baharı döneminde Tunus'ta, Mısır'da ve Suriye'de yaygın bir yoksulluk ve yolsuzluğa dayanan oligarşik bir bürokrasi vardı. Ama Suriye'deki rejim genel kitlenin dışında farklı bir sosyal yapıya dayanıyordu. 

Türkiye'de bir devrim şartları söz konusu değildir. Yoksul ve mutsuz kesimler olabilir. Ancak örnekteki Arap ülkelerindeki gibi dışlanmış bir yoksulluktan söz etmek pek olası değildir. Mesela Türkiye'de yoksulluk yaşlılık engellilik maaşları, yaşlı ve engellilere bakım maaşları, ücretsiz sağlık ve ilaç hizmetleri, ücretsiz eğitim, yerel idareler tarafından yürütülen sosyal yardımlar, sosyal güvencesi olmayanlar için elektrik su doğalgaz temel fatura yardımları, 65 yaş, engelli ve şehit/gazi yakınları için ücretsiz ulaşım, öğrenciler için burslar vb. birçok sosyal hizmetler yoksul kesimlerin nefes almasını sağlıyor. Bunlar Suriye, Tunus, Mısır, Yemen, Afrika ve 3. dünya ülkelerinde benzeri bulunmayan hizmetlerdir. Türkiye'de insanlar bırakın devrim yapmayı, 22 yıldır oy kullanarak dahi hükümetin değiştirilmesini istemiyor. Devrim hayalleri kuranlar ancak serap görüyorlar. 

Protestolar uzadıkça isyan kitleselleşemediği için marjinalleşecektir. Tıpkı Gezi olaylarında olduğu gibi. Gezi olaylarından ne çıktı? Devrimciler için biraz nostalji dışında hiçbir şey. Buna karşın toplumun büyük çoğunluğu Gezi'yi irrite olarak karşılamıştır. Gezi olayları Ak partiyi kendi tabanı ile daha da kenetlendirmiş ve iktidarını perçinlemiştir. Öyle bir noktaya gelindi ki Gezicilik Fetöcülük gibi savunulamaz bir hale gelmiştir. 

Onun için gaza gelenlere ve getirenlere dikkat edin. Onlar sizi sadece marjinalleştiriyorlar.



Paylaş:

21 Mart 2025 Cuma

Trump zannettiğiniz kadar sert biri değildir

Aslında Trump o kadar sert biri değildir. Bunu nasıl anlıyoruz? Mesela Kim Jong Un ile atışmasından. Trump Kim'i korkutmaya çalıştı ama o daha çatlak olduğu için bu sefer Trump alttan almaya başladı. Ondan son bahsedişinde "Kim beni seviyor beni özlemiştir" demişti. Yine Trump Şi Cinping'ten, Putin'den ve Erdoğan'dan çekinir. 

İran dini lideri Hamaney'in de Trump'a bol miktarda atıp tutmuşluğu vardır. Fakat Trump'ın tepesi atıp İranlı general Kasım Süleymani'yi öldürtünce İran'ın verdiği sahte tepki ile çapını saptamış oldu. Çünkü İran Amerikalılara haber verip Irak'taki bir Amerikan üssüne göstermelik uyduruk bir saldırı ile karşılık vermişti. Humeyni döneminde İran asla böyle değildi. Ama günümüz İran'ı Orta Doğu'daki kazanımlarına halel gelmesin diye ABD ve İsrail karşısında sürekli geri adım attı.

Şimdi Trump ciddi bir şekilde İran'ı vurmakla tehdit ediyor. Vurabilir de. İran'ın tek bir çıkış yolu var. Piskopata bağlamak. Açık bir şekilde ABD ve İsrail'den kendisine yapılacak bir saldırıyı savaş sebebi saymalıdır. Sonuçta İran büyük bir devlet ve büyük bir millettir. Dize getirilmesi kolay değildir. Trump da ülkesini bir Orta Doğu cehennemine sokmak istemeyecektir.



Paylaş:

20 Mart 2025 Perşembe

İmamoğlu'nun tutuklanması ve Fetöleşme üzerine

Yazmıyayım diyorum ama kaç gündür karnım şişti.

İmamoğlunun tutuklanması sadece onunla alakalı değil aslında CHP ile alakalı imiş. Son zamanlarda cumhurbaşkanının CHP yöneticilerine belediyelerdeki açık yolsuzluklarla ilgili ciddi uyarılar yaptı. 

Şu ana kadar tutuklanan CHP belediye başkanları, yardımcıları veya meclis üyeleri şunlar: İBB, Beşiktaş, Sarıyer, Esenyurt, Kartal, Ataşehir, Üsküdar, Sancaktepe, Tuzla, Adalar, Şişli ve Beyoğlu. Tabi İBB çok büyük. İBB'ye bağlı kurumların yüksek yöneticileri de var. 

Fakat bu belediyelerde yaşananların sebebi de iktidar değil, yine CHP'nin kendisidir. CHP belediyelerinde yolsuzluklar yapıldığına dair çok fazla şikayetler oldu ve bu şikayetler de hep CHP ve diğer muhalifler tarafından dile getirildi. CHP kurultay yapıyor ve eski genel başkan başta olmak üzere birçok CHP'li kurultayda yolsuzluk yapıldığı rüşvet verildiği, parayla delege satın alındığını açık açık ifade ediyor. Ekrem İmamoğlu aleyhinde de günlerdir CHPliler ve muhalefettekiler tarafından yayın yapılıyordu.

Ak Parti sözcüsü Ömer Çelik bizim bu olaylardan haberimiz yoktu demiş, Ancak bu doğru değil. İçişleri bakanlığı soruşturma izni vermedikçe bir savcı belediye başkanına soruşturma açamaz ve onu tutuklayamaz. Savcının iddianamesine konu olan raporlar, belediyeleri günlerdir didik didik eden Masak'ın incelemeleri sonucunda ortaya çıktı. Hükümetin elbette bundan haberi vardı. Alakamız yok dese olabilir ama haberimiz yok demek doğru değil. 

Ekrem İmamoğlu'nun hemen aklanıp çıkacağını düşünmüyorum. Bunda onun cumhurbaşkanı adayı seçilmesinde payı olsa da tek neden bu değil. Asıl neden yolsuzluklar ve suçlandığı iddialar da değil. Belki en önemli neden Eko'nun giderek FETÖLEŞMESİDİR.

Benim Fetöleşmeden kastettiğim şey Fethullahçı olmak değildir. FETÖCÜLÜK BİR SİYASİ NEFRET DİLİDİR. Zamanında Fethullahçılarda Erdoğan ve Ak Parti (dolayısı ile hükümet) karşıtı bu nefret dili o kadar yoğun bir şekilde ortaya çıkınca hükümet bunları terör örgütü diye yaftaladı ve ne kadar fethullahçı varsa onları yargı yoluyla ezdi. Çünkü hepsinde bu nefret dili vardı. İşte bu nefret dilinin ortaya çıktığı tüm kesimler bir tür fetöleşme yaşamıştır. Örneğin Selahaddin Demirtaş aynı fethullahçılar gibi Erdoğan'a hitaben "Seni başkan yapmayacağız, seni yargılayacağız, kaçacak yer bulamayacaksın falan filan" diyordu. Sonuç: Aynı Fethullahçılar gibi yargılandı ve hayatı perişan oldu. Ümit Özdağ da bu yüzden içeridedir. Ekrem İmamoğlu da CB adayı olduğu açıklandıktan sonra Erdoğan karşıtı bu nefret dilini açıktan kullanmaya başladı. Sen daha aday bile değilsin, cumhurbaşkanlığı seçimine 3 yıl var. Sen İBB başkanlığı vazifesini yapıyorsun ama sanki miting meydanlarındaymış gibi bir dil kullanabiliyor. 

Erdoğan ondan korktuğu için değil, ona sinirlendiği için affetmeyecek. Aynı Fetöcüleri, Selahaddin Demirtaş ve Ümit Özdağ'ı affetmemesindeki nedende olduğu gibi. Yani geçmiş olsun Ekrem başkan. Bundan sonra gerçekten muhtar bile olamayabilir. Bizde "hırsı aklından büyük olan" diye bir deyim var, o hesap.

Süreç Mansur Yavaş'a değil, Özgür Özel'e yarayacak. Çünkü Yavaş da yolsuzluk dosyaları ile tutuklanabilir. Bu yüzden adaylık yarışından vazgeçtiğini açıkladı. Ama Özgür Özel'in içten içe sevindiğini düşünüyorum. Süreci iyi kullanabilirse Eko'nun mağduriyetini de kullanarak cumhurbaşkanlığı yarışında yolu açılmış olacak.




Paylaş:

19 Mart 2025 Çarşamba

İklim Anlaşmaları ve Biz


İklim anlaşmalarının ve buna bağlı olarak ülkemizde çıkarılmak istenen iklim kanununun arkasındaki düşüncenin özü şudur:

Dünyada sanayi devriminden bu yana çok fazla fosil yakıt kullanıldı ve bu fosil yakıt kullanımı her geçen gün artıyor. Kömür petrol doğalgaz gibi fosil yakıt kullanıldığında karbon ve sera gazları ortaya çıkıyor. Atmosfere yayılan sera gazları da güneş ışınlarını tutarak dünyayı daha fazla ısıtıyor. Böylece son yüzyılda dünya iklim sıcaklığının yaklaşık 1.5 santigrad derece arttığı ortaya çıkmış bulunuyor. Eğer tedbir alınmazsa bu daha da artmaya devam edecek. Küresel ısınma denilen olay budur. Bu ısınma da dünyanın genel iklim dengesini bozuyor. Buzullar daha fazla eriyor deniz seviyesi yükseliyor ve bir çok küresel iklim ve çevre sorununa neden oluyor. Mesela son dönemlerde tüm dünyada bu kadar orman yangınları çıkmasının sebebi de budur. Dünya çölleşiyor. Bizim Türkiye'nin tarım ve mera alanlarının yarısı çöl oldu. Bunlar hep küresel ısınmanın sonuçları...

İşte bu yüzden ülkeler ve bilim adamları bir araya gelip kömür petrol doğalgaz gibi fosil yakıtı azaltıp bunun yerine yenilenebilir enerji üretimini öneriyor. Bu da güneş enerjisi rüzgar ve hidrolik enerji gibi enerjilere yönelmek anlamına geliyor. Çünkü yenilenebilir enerji temiz enerjidir ve hem çevre kirliliğini hem de küresel ısınmayı önler. Bu yüzden dünya ülkeleri Paris ve Kyoto gibi küresel iklim anlaşmaları yaptılar. Bütün bu anlaşmalarda ana düşünce karbon ve sera gazlarının azaltılması ve yenilenebilir enerji hedeflerinin artırılmasıdır.

Yenilenebilir enerji gelişmekte olan ülkeler için kısa vadede efektif değildir. Çünkü başlangıçta yatırım maliyeti yüksektir. Fosil kullanımı içinse bir yatırım maliyeti yoktur. Sadece gelişmekte olan ülkeler değil hızlı ve agresif bir kalkınma isteyen ülkeler de fosil yakıtı tercih ediyor. Mesela Trump'ın iklim anlaşmalarından çekilmesinin sebebi budur. Fakat bu sadece gezegenimize değil kendi ülkesine de zarar verir. Bugün iklim anlaşmalarını imzalamayan ve bu konuyu es geçen ülkelerden biri de İran'dır ve İran şehirleri dünya sıralamasında en kirli havaya sahip olan şehirler arasındadır.

İklim anlaşmalarında da her ülke için belirli bir karbon emisyon hedefi vardır. Büyük ülkeler yatırım zorluğu çeken küçük ülkelere bu konuda ödenek de ayırırlar veya ayırmaları gerekir. Bu konuda pratikte sorunlar olabiliyor. Fakat her ülkenin gücü nisbetinde buna uyması kendisi için de faydalıdır.

Onun için arkadaşlar iklim anlaşmaları genel olarak iyi bir şeydir. Türkiye hükümeti de bunun önemini son yıllarda farketmiştir ve bu konularda atılan adımlar da son derece değerlidir.


Paylaş:

17 Mart 2025 Pazartesi

Yeni Suriye'nin aydınlık geleceğinden ümitvarım

Bazı arkadaşlar Suriye'nin ne olacağını soruyorlar. 

Suriye harika bir yer olmaya doğru hızla ilerliyor. Suriye en fazla 10 yıl içinde Orta Doğu'nun incisi olacak. Zenginlikte Körfez ülkelerine, askeri güçte de Türkiye'ye yakın, saygın ve onurlu bir ülke haline gelecek. Ben Suriye'nin 10 yıl içinde ilerleme ve kalkınmada Güney Kore'yi sollayacağını düşünüyorum. 

Suriye'nin çok güzel bir enerjisi var. Mülteci nüfusun büyük bir çoğunluğu kademeli olarak ülkelerine geri dönecekler. Suriyeliler bir çok ülkede dil, kültür, bilim, teknik, sanat ve ticaret öğrendiler. Bu birikimlerin çoğunu kendi ülkelerine taşıyacaklar ve toplum daha da kenetlenecek. 

Suriyede hala hemen hemen hergün uyuştucu çeteleri ve depoları yakalanıyor ve imha ediliyor. Direniş (!) cephesi toplumu ne hale getirmişti. 

Diğer bir soru da şu: ABD ve İsrail izin verir mi?

ABD ve İsrail Suriye devrimine de izin vermiyordu ama oldu. Bazı şeyler onlara rağmen olacak. Suriye'de çok akıllı bir siyaset uygulanıyor. Tek başına İsrail ile savaşa tutuşmayacak. Tüm Arap ve İslam dünyası ile birlikte hareket edecek ve tam desteğini sağlamadan öyle bir savaşa girmeyecek. 

Suriye Türkiye ve Arap ülkelerinin desteği ile yakın bir zamanda ordusunu rehabilite edip geliştirecek ve hava savunma sistemlerine sahip olacak. Bu da İsrail'in Suriye'ye karşı tüm avantajını yok etmiş olacak.

Onun için ben Suriye konusunda son derece ümitvarım. Rabbim tüm müslümanları muhafaza etsin. Ayaklarına taş değmesin inşallah.



Paylaş:

14 Mart 2025 Cuma

Osmanlı'dan günümüze azınlık sorunları

 

Osmanlı'da azınlık isyanları ilk olarak 1815'te Sırp isyanı ile başladı. Ruslar Sırp isyanını destekledi ancak Avrupa bu konuda net bir tutum gösteremedi. Çünkü o ara Avrupa'da Metternich sistemi denilen, krallık ve imparatorlukların parçalanmasına karşı bir politika hakimdi. 1815'te Viyana kongresinde temelleri atılan bu sistem temel olarak Fransız ihtilalinin etkilerine karşı kurulmuştu. Avrupalılar ilk başta Osmanlı'yı da bu sisteme dahil etmişti. Fakat öte taraftan Osmanlı'ya karşı Hıristiyan azınlıkları da desteklemek istiyorlardı. Osmanlılar isyanı bastırdı fakat Sırplara özerklik vermek zorunda kaldı.

Daha sonra 1821'de Yunanlılar ayaklandı. Bu kez tüm Avrupa Yunan isyanını destekledi. Avrupa'nın her yerinde Yunanlıların safında bağımsızlık savaşı vermek için Avrupalı aydınlar çağrıda bulunuyor ve seferber oluyorlardı. Osmanlı ve Mısır birlikleri gemilerle Mora yarımadasına taşınırken İngiliz Fransız ve Rus ortak donanması Navarin limanında Osmanlı donanmasını yakarak imha etti ve Avrupa'nın bu yardımı ile Rumlar Yunanistan'ı kurdular. Bu durum diğer azınlıklar için bir model oldu.

Yabancı müdahale azınlıklar için şehvetli bir hal aldı. Sırplar Bulgarlar Makedonyalılar Arnavutlar ve diğer halklar bunun için bir çok kez isyan etti ve başta Rusya olmak üzere Avrupa ülkelerinin çeşitli kışkırtma destekleme ve müdahaleleri ile bağımsızlıklarını kazandılar.

Fakat bu sistemin ilk kurnanı Ermeniler oldular. Ermeni komitacılar yabancı müdahaleyi celbetmek için birçok kez Ermeni halkının canını kendi elleri ile ateşe atmışlardır. 1905'te Adana ve Kilikya bölgesinde nüfusu %10'u geçmeyen Ermeniler bu bölgede isyan çıkarmış ve müslümanlar ile ermeniler arasında Ermenilerin aleyhine sonuçlanan şiddetli çatışmalar meydana gelmiştir. Başka Ermeni isyanları da olmuş ve en sonunda 1915'te büyük sürgüne kadar gitmiştir. Neticede ne İngilizler ne Fransızlar ne Amerikalılar ne de Ruslar Ermenilere yardım edebilmiştir. Hala da Ermeni lobisi Türkiye'ye karşı batıyı kışkırtmaya çalışmaktadır. Ancak bundan somut bir sonuç alamadıkları gibi Ermeni diasporasını Ermeni halkının ve devletinin kamburu haline getirmektedir.

Bu durumu yaşayan ikinci bir azınlık da Kürtlerdir. Türkiye'de Suriye'de Irak'ta ve İran'da siyasi ve askeri mücadele yolunu seçen Kürt grupları batıdan bir miktar destek aldılar. Barzani kuzey ıtakta otonom bir bölge edindi. Türkiye'de PKK ve Suriye'de PYD batının yeterli desteğini sağlayamadığı gibi her iki grup da kendini feshetme noktasına geldi. Neticede Kürt siyasi hareketi çatıştığı ülkelerle çatışmayı bırakarak uzlaşmak zorunda olduğu bir aşamada bulunuyor.

Şimdi aynı süreci Suriye'de Alevi/Nusayri ve Dürziler yaşıyor. Dürzileri sadece İsrail destekliyor. Nusayrileri ise kısmi yada tam destek olmak üzere İsrail İran ve Rusya destekliyor. İran ve Rusya zaten devrim sırasında etkilerini yitirdiler. İsrail desteği ise sadece Suriye'de kaos yaratmak içindir.

Dışardan destek beklentisi içinde olan bir diğer halk da Filistinlilerdir. Filistinliler yıllarca Arap ülkelerinin ve halklarının desteğini ve kurtarmasını beklediler. Kısmi destek olmuştur ama Filistinlileri dışardan gelen hiçbir gücün kurtaramayacağını artık Filistinliler de anlamıştır. Fakat diğer tüm örneklerin aksine Filistinlilerin İsrailliler ile birlikte yaşaması olası değil. Çünkü bu İsrail'in devlet kuruluş mentalitesine aykırıdır. İsrail bir Yahudi devleti olarak kurulmuştur. 1948 Filistinlilerin sürgün edilmesinden sonra geriye kalan çok küçük bir Arap azınlığı dışında hiçbir Filistinli'ye vatandaşlık hakkı vermemiştir. İsrail bunu yahudi demografisinin bozulmaması için yapmaktadır. Dolayısı ile geriye kalan Filistinlilere vatandaşlık vermediği gibi onları da sürmek istemektedir. Bu durumda bir anlaşma ve ortak yaşama zemini yoktur.

Türkiye Suriye bağlamında dönecek olursak; devlet ve ana akım Sünni Türk veya Arap kitlesi ülkenin tarihsel unsurlarından olan tüm azınlıklara kültürlerinin devamını sağlamak için ihtiyaç duydukları her tür haklarını vermeli ve kimlik haklarına saygılı olmalıdır. Ve yine azınlıklar diğerlerine saygı göstermeli, kendini azınlık olarak görmemeli, uç ve radikal hareketlerden uzak durmalı ve azınlık siyaseti gütmemelidir.

Not: Bu yazı ilk olarak islamdunyasi.net sitesinde yayınlandı. 



Paylaş:

Selçukluların hedefi Anadolu değil, Suriye ve Mısır'dı

Selçukluların ve dolayısı ile Türkmenlerin niyeti Anadolu'ya yerleşmek değildi. Alparslan'ın niyeti, Anadolu ve Kuzey Irak üzerinden Suriye'yi ele geçirip Mısır'ı fethetmek idi. O zaman Romendiyojen büyük bir ordu ile savunmaya geçince Türkler ve Bizanslılar karşı karşıya geldiler. 

1071 Malazgirt savaşından sonra da Selçuklular Anadolu'ya girmeyip geri dönüp İran'a gittiler. Ancak Selçuklu Türkmen beylikleri bugünkü Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bulunan Kürt beyliklerini parçaladılar. Son yıkılan Diyarbakır'daki Mervani Kürt beyliği idi. 

Selçuklu tarihini okuduğumuz zaman, Selçukluların özellikle Kuzey Suriye'de yerleşmek istedikleri anlaşılıyor. Burada Alparslan'ın oğlu ve Melikşah'ın kardeşi Sultan Tutuş tarafından bir Suriye Selçuklu Devleti de kuruldu. Başlangıçta Anadolu Selçuklu devletinin kurucusu Kılıçarslan'ın babası Süleymanşah Halep'e kadar olan bölgeyi ele geçirmişti. Daha sonra Sultan Tutuş tarafından burada yenilerek öldürüldü. Hala türbesi oradadır. Sultan Tutuş Suriye'de genişlemeye devam edince Süleymanşah'ın oğlu I. Kılıçarslan mecburen Anadolu'ya döndü ve Anadolu Selçuklu devletini kurdu. 

Anadolu'da iktidar ve iskan mücadelesi Türkler ve Bizanslılar arasında oluyordu. Ayrıca Anadolu'da nüfus seyrelmişti. Bu yüzden bu bölgede Türk iskanı kalıcı hale geldi. Ancak Suriye ve Mezopotamya için durum böyle değildi. Bu yüzden bu bölgede fazla bir Türk nüfusu tutunamamıştır.



Paylaş:

13 Mart 2025 Perşembe

Hayırseverlik bir İslam icadı mı?

Hayırseverliği bireysel ve kurumsal anlamda insanlığa öğreten İslamiyettir.

İslam dışında (ve nispeten Hıristiyanlık) hiçbir din ve ideoloji hayırseverliğe yer vermemiştir. Örneğin Hindu dininde alt tabakada yaşayan Paryalar (onlara Dokunulmazlar veya Dalitler de deniliyor) son derece alçaltıcı bir yoksulluğun içinde yaşarlar. üst sınıftaki insanların Paryalara sadaka vermesi Hindu dininde yasaktır.

Bu durum Japon milli dini olan Şintoizm'de de çok belirgindir. Konfüçyüzcülük ve Budizm'de de durum farklı değildir. Bunlarda biraz daha esnek olsa da yardımlaşma ve dayanışma kişinin bulunduğu sosyal tabaka içinde geçerlidir. Alt tabakalara kimse yardım etmeyi teşvik etmemiştir.

Yahudilikte yardımlar yahudi olanlara yapılır, Yahudi olmayanlara (goyim) yapılan yardımlar ancak istisnadır.

İlk hıristiyanlar bir tür komün hayatı yaşıyordu ve her şeylerini paylaşıyorlardı. Gördüğünüz gibi yine kendi sınıfı içinde bir yardımlaşma ve dayanışma söz konusudur. Hıristiyanlıkta hayırseverlik anlamında kullanılan ve Vulgata İncilinde yer alan Agape kelimesi de bütün Ortaçağ boyunca "Hıristiyanlık sevgisi" anlamında kullanılıyordu. Kelimenin hayırseverlik anlamını kazanması da coğrafi keşifler ve misyonerlik döneminde ortaya çıkmış.

***

İdeolojilerde de farklı değildir. Marksizm dışındaki hiçbir ideoloji (liberalizm, faşizm, anarşizm vs.) ezilmiş ve dışlanmış olan alt sınıflarla ilgilenmemiştir. Fakat buna rağmen Marksizm de bireysel yardım ve sadakayı Burjuvazi sistemini ayakta tuttuğu gerekçesi ile kötüler ve reddeder.

***

Peki İslam'da durum nedir?

İslam'da zekat sadaka infak, en başta konu komşu ve akraba olmak üzere herhangi bir sınıf ve inanç farkı gözetmeksizin tüm açların doyurulması, çıplakların giydirilmesi, kölelelerin azad edilmesi, yolda kalmışlara yardım edilmesi birçok şekilde teşvik edilmiş, hem hukuki hem ahlaki bir nosyon kazandırılmış ve hem de kurumsal hale getirilmiştir. Bununla ilgili elbette onlarca hatta yüzlerce ayet var. Örneğin müminlerden bahseden bir ayette "onların mallarında dilencinin ve mahrumun bir payı vardır" denilir. Dolayısı ile sadece ahlaki değil, hukuki olarak da yoksullar zenginlere paydaş kılınmıştır.

İslam tarihinde toplumun her kesimine karşı yardımlaşma ve dayanışma amaçlı kurumsal yapılar ve uygulamalar görülmüştür. Örneğin Osmanlı'da vakıflar bu konuda önemli bir hizmet vermiştir. Osmanlı'da mahalledeki yoksul insanların avarız vergilerinden payına düşen miktarını karşılamak üzere kurulmuş vakıflar bile vardı.

Bu yüzden şunu açıkça söyleyebiliriz: Bugün dünyada hayırseverlik diye bir düşünce ve uygulama varsa bunu insanlığa öğreten İslam'dır.


Paylaş:

12 Mart 2025 Çarşamba

Muaviye ve Ebu Süfyan'ı kötülemenin dayanılmaz hafifliği

İlahiyatçı Prof. Mustafa Öztürk'ün Ebu Süfyan ve Muaviyeyi kötülemek için özel olarak çektiği bir videoyu izledim. İzledim fakat açıkçası sonunu getiremedim. Temel tezi Ebu Süfyan ve Muaviye'nin salt kötülük oldukları üzerine. 

Peki gerçekten böyle midir?

Mesela sadece Ebu Süfyan olayına bakalım. Ebu Süfyan Kureyşin askeri komutanı idi. Mekke'nin siyasi yönetim meclisi olan Darun Nedve'de kıyade (komutanlık) şeklinde tanımlanan önemli bir rolü vardı. Müslümanlara karşı mücadele etti. Mekke'nin fethinden kısa bir süre önce müslüman oldu. 

Ee, Hz. Muhammed'in amcası Abbas da öyle. 

Ebu Süfyan'ın karısı Hind, Bedir savaşında babası Utbe bin Rabia'yı öldüren Hz. Hamza'ya karşı Uhut savaşında özel bir suikast tertip etmiş ve Hz. Hamza'yı şehit etmişti. Ebu Süfyan'ın Hind'ten olmayan bir kızı (Ümmü Habibe) da Hz. Muhammed'in hanımı idi.

Ebu Süfyan'ın ailesi olan Ümeyyeoğulları da Haşimoğulları ile amcazadedir, yakın akrabadırlar ve aralarında rekabet olduğu kadar dayanışma da vardır. Bütün bu sosyolojiden bir kötülük çıkarmak ancak Şia'nın yada Arap düşmanlarının yapabileceği bir şeydir.

Ebu Süfyan'ın şahsına bakacak olursak Hz. Muhammed'e karşı özel bir kini ve saygısızlığı olduğunu gösteren hiç bir olay yok. Tam tersi en kötü zamanlarında bile Hz Muhammed'i daima övmüştür ve takdirini gizlememiştir. Bununla ilgili bir kaç anektod aktaracağım. 

Hz. Muhammed Mekke'de bir gün hakaret ve saldırıya uğradığı bir zamanda Ebu Süfyan'ın evine sığınmış ve onun evinde koruma ve himaye görmüştü. Bu yüzden bunu unutmayan Hz. Peygamber Mekke'nin fethedildiği gün "Ebu Süfyan'ın evine sığınanlar eman altındadır" buyurmuştur. (Muhammed Hamidullah, islam Peygamberi 1. cilt, sayfa 99)

Bir defasında Ebu Cehil, o sırada gencecik bir kız olan Hz. Resulullah'ın kızı Hz. Fatıma'ya bir tokat patlatmıştı; Ebu Sufyan bunun üzerine Fatma'yı yanına almış ve kızın da bu kaba adama mukabil bir tokat vurmasını sağlamak üzere Ebu Cehil'e birlikte gitmişlerdi. Resulullah bundan son derece mütehassis olarak Ebu Sufyan'ı meth-ü sena etmişti (Bu olayla ilgili olarak bk. Balazuri, İstanbul'da el yazması, I, Vr. 693). Diğer bir gün, Resulullah bir yerden diğer bir yere yaya olarak giderken yolda, Ebu Sufyan, zevcesi Hind ve oğlu Muaviye'ye rasladı; ayrı ayrı birer merkebe binmiş vaziyetteydiler ve onlar da aynı istikamete doğru yol alıyorlardı. Bunun üzerine Ebu Sufyan, oğlu Muaviye'ye, merkebden inip onu Hz. Muhammed (s.a)'a bırakması için seslendi. Birlikte gidildiği müddetçe Hz. Resulullah, Ebu Sufyan'a İslam'ın faziletli yönlerini anlatmaya çalışıyordu. Fakat o, tam bir sükut içinde onu dinlemekteydi. Birbirlerinden ayrılacakları yol ayırımına geldiklerinde Resulullah, merkebi Muaviye'ye iade ederken onlara teşekkürlerini bildirdi ve müsaadelerini aldı. Müteakiben Hind, kocasına şunları söylemiştir: "- Bütün bunları dinlemek için mi oğlunu eşekten indirdin?!" Ebu Sufyan ise buna şu cevabı vermişti: "- Öyle söyleme! O pek asil bir ruha sahiptir."  (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi 1. cilt, sayfa 99-100).

Hz. Muhammed hicret edip Medine'ye geçince Ebu Süfyan Medinelileri tehdit eden bir mektup gönderir. Mektuba bakalım:

"Arap kabileleri arasında savaş bizimle sizin aranızda ortaya çıkacak bir yanık yarası (yani savaşı)'ndan daha ızdırap verici olmayacak. Gerçekte siz, bizim aramızdan çıkan pek asil ve aynı zamanda pek yüce bir kimseye yardım etmeye teşebbüs etmiş bulunuyorsunuz; ona eman hakkı tanıdınız ve onu himayeniz altına aldınız. Bu, gerçekten sizin için utanılacak bir şey ve bir lekedir. Bizimle onun arasına girmeyin. Şayet o doğru yolda, iyi tutuma sahip biri ise bundan çıkarılacak saadet payı bize aittir; şayet kötü biriyse, onu ele geçirmede biz herkesden daha çok hak sahibiyiz." (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi 1. cilt, sayfa 217)

Gördüğünüz gibi Hz. Muhammed'e, İslam'a ve müslümanlara düşmanlık ederken bile Hz. Muhammed'e karşı soylu şerefli yüce gibi övücü ifadeleri kullanmaktan çekinmiyor. 

Yine Ebu Süfyan'ın Bizans imparatoru Heraklitos ile konuşması pek meşhurdur. Bu konuşmada Ebu Süfyan Hz. Muhammed hakkında "O aramızda pek soylu ve şerefli bir kişidir. Yalan söylemeyen ve sözünde duran biridir" demiştir.

Ebu Süfyan Mekke'nin fethinden kısa bir süre önce müslüman olmuş ve Hz. Muhammed ona imanı güçlenmesi için müellefe-i kulübten ödenek ayırmıştır. Ebu Süfyan Tebük savaşında müslümanların darbe aldığı bir sırada birçok sahabe kaçışırken o Hz. Muhammed'in yanından ayrılmamış, onu korumuş ve canı pahasına mücadele etmiştir.



Paylaş:

4 Mart 2025 Salı

Dücane konuşuyor ama yazamıyor!

Dücane'nin yakın zamanda iki kitabını okudum. Her birini okurken daha önce okumuşum gibi dejavuya benzer bir hisse kapıldım. Fakat bu kitapları okumadığımdan da (biraz) eminim.

Sırada iki üç tane daha kitabı da var onları da okuyunca önemli bir ayrıntı yakalarsam yazarım. 

Şimdi gelgelelim konuya:

Kitaplardan bir tanesi "Keşf-i Kadim İmam Gazali". Ben Gazali'yi severim ve yakın zamanda İhya-ı Ulumiddin nam eseri muhalledine (Dücane'nin deyişi ile) başladım. Dücane üstat da İmam Gazali'nin ne kadar önemli bir kişi olduğunu vurguluyor ve cehalet ile önyargıdan kaynaklı İmam Gazali eleştirilerine pek fena kızıyor.

Bu eserde Hilmi Yavuz beyefendiyi çok fena paralıyor. Paralamak ne kelime üzerinden tankla geçiyor. 

Konu özet olarak şuydu: Hilmi Yavuz İmam Gazali'yi referans göstererek İbn Sina'yı ateist ilan ediyor. Çünkü imam Gazali onun hakkında tekfirin yanısıra "muattıla" ifadesini kullanmış. Şu anda sözlüklere bakarsanız muattıla'nın anlamlarından birinin ateist olduğunu görebilirsiniz. Fakat kavramın tarihi süreci içinde böyle mana yoktu. Ateizm modern bir kavramdır. Ateizm bütünüyle tanrıyı yok sayar. İbn Sina ise tanrının sıfatlarını genel geçerin biraz dışında yorumlamış. Tanrı var ki sıfatları da var ve bu ateist olabilir mi? Tabi bu açıklama bana ait çünkü Dücane karşı tarafın cehaletine o kadar saldırdı ki nedenleri hakkında bir açıklama yapma gereği bile duymamıştı.

Her neyse ben bu olayı da hatırladım. O yazılar bir dönem Yeni Şafak'ta yayınlanmıştı. O dönem iki önemli yazarı da bu şekilde haşlamıştı: Hüseyin Hatemi, Mustafa İslamoğlu. Hüseyin Hatemi'yi haşladığı yazısı okuduğum ikinci kitapta, "Başörtü Risalesi" kitabında geçiyor. Mustafa İslamoğlu ile ilgili olanı diğer hangi kitapta geçtiğini henüz okumadığım için bilmiyorum.

Tamam bunları da hatırladım fakat bir şey var, ilk başta çözemediğim, sonradan fark ettim. Benim aklıma zaten hep sonradan gelir 😃

Dücane sayısı az olan eski köşe yazılarını derleyip kitap yapmış. Neden? Dücane'de konu ve malzeme sorunu mu var ki? Yoo konu ve malzeme sorunu asla olmaz onda. O her zaman gündemi domine edebilir. Fakat Dücane konuşuyor ama yazamıyor.

Dücane hemen her konuda saatlerce kesintisiz konuşabilir. Konuşması da son derece doludur. Fakat bu adam yazamıyor. 150-200 sayfalık bir kitabı bile eski yazılarından derliyor. 

Diğer bir konu da şu: Dücane'nin yazısı da konuşma gibi... Dağınık, sistemsiz. Mesela İmam Gazali ile ilgili kitabına bakalım. Konuların çoğunun Gazali ile alakası yok. Böyle önemli bir alimi ele alıyor ama ondan hiçbir anekdot aktarmıyor. Ondan aktardığı tek söz şu: "Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez." 

Bu kadar



Paylaş:

Blog Arşivi

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *