12 Ekim 2025 Pazar

Afganistan ve Pakistan neden savaşıyor?

Afganistan ve Pakistan arasında sınır çatışmaları yaşanıyor ve iki müslüman komşu ülke birbirine düşmanca davranıyor.

Bunun nedeni olarak birçok sorun var. İki ülke ve iki halk arasında çok katmanlı bir problem ağı mevcut. O yüzden hangisinin haklı olduğuna karar vermek zor.

- Öncelikle en büyük sorun mülteci sorunu. Pakistan'da 30-40 yıllık ve 2-3 milyon nüfusu bulan bir Afgan mülteci kitlesi var. 2021'de Taliban'ın iktidara gelişi ile birlikte yaklaşık 500 bin-1 milyon arası bir mülteci dalgası daha oldu. 2023'ten bu yana ise Pakistan bu mültecileri Afganistan'a sınır dışı ediyor. Şimdiye kadar 1 milyondan fazla kişiyi deport etti. Bunların bir kısmı gönüllü dönmüş olabilir. Pakistan tüm Afgan mültecileri 2025'in sonuna kadar göndermek istiyor (Ümit Özdağ duymasın), bu da yaklaşık 3 milyon mülteci demektir. Bu Afganistan için çok ciddi bir insani krize dönüşecek anlamına da geliyor. (Bence bu olayda Pakistan haksız)

- Terör sorunu, Pakistan Talibanı adı verilen bir örgüt Pakistan'a karşı mücadele ediyor. Bunlar etnik olarak Afgan, ulus olarak Pakistanlıdır. Ayrıca Pakistan Afgan mülteciler arasında da bu örgüt ile irtibatlı kişiler olduğunu ve Afgan mültecilerin terör ürettiğini iddia ediyor. Taliban ise bundaki Afgan mülteci rolünü reddediyor. (Ümit Özdağ bunu da duymasın). (İkisi de haklı veya durum ortada)

- Pakistan terör örgütlerinin Afganistan'da üslendiğini (PKK'nın Kuzey Irak'ta üslenmesi gibi düşünün) iddia ediyor ve sık sık Afganistan'ın içine doğru askeri operasyonlar ve hava bombardımanı düzenliyor. Afganistan da misilleme olarak sınırdaki Pakistan karakollarına saldırıyor. (Hangisi haklı hangisi haksız karar veremedim, ortada)

- Afganlılar Pakistan ve Afganistan arasındaki Durand hattının 1893'te İngiliz sömürgecileri tarafından dayatıldığını ve bir Afgan milleti olan Peştunları böldüğünü iddia ediyor. Dolayısı ile 100 yılı aşkın bir süredir Afganlılar bu sınırı kabul etmiyorlar. Taliban da iktidara geldiğinde bu sınırı kabul etmedi. Bu da iki ülke arasındaki ciddi bir sorundur. (Bence bu konuda Afganlar haksız)

- Taliban iktidara geldiğinde Pakistan'a bağlı olmayan bağımsız bir politika izledi. İran'la Rusya ile Çinle Hindistan ile ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. Özellikle Hindistan'la ilişkilerini geliştirmesi Pakistan ile gerilime sebep oldu. (Pakistan haksız olabilir veya ortada)

Bunun gibi ve buna yakın birçok sorun var. Sorunların tarihi, jeopolitik, dini, etnik, ekonomik, güvenlik, insani, ideolojik katmanları var. Onun için ben tam karar veremedim, ama sanki Pakistan haksız. O kadar mülteciyi bu kadar kısa sürede deport etmesi, zorla göndermesi çok ciddi bir insani krize sebep olacaktır. Bu, kardeşlik hukukuna da müslüman hukukuna da ve insan haklarına da uymaz.


Paylaş:

7 Ekim 2025 Salı

Sumud aktivisti ve boykot dedektifi Erdem Özveren neden tutuklandı

Erdem Özveren konusuna girmek istemiyordum ama bu konuda da adamı haksız yere linç eden paylaşımlar gırla gidiyor. 

Az önce müslüman geçinen bir arkadaşın sayfasında gördüm. Şöyle diyor: "Bu adama başta Ersan Çelik yazdı diye inandım ama valinin açıklamasından sonra onun iç yüzü ifşa oldu. Meğer bu sureti haktan görünen bir fitneci bir iftiracı imiş. Boykot konusunda da böyle fitneci iftiracı imiş..."

Bunların hepsini de valiliğin açıklamasından sonra anlamış. 

Birazcık inancınız varsa Allah'tan korkun!

Arkaplan:

Erdem Özveren bilindiği gibi Sumud filolarına katılan bir aktivist idi. Ama bundan önce o "Boykot dedektifi" adlı bir uygulama kurmuş ve boykot edilecek küreselci firmaları ifşa eden çalışmalar yapmış. Doğru yanlış, tutarlı tutarsız bilemem ama bende bıraktığı izlenim hak hukuka dikkat ettiği yönünde. Erdem Özveren bu şekilde sosyal medyada meşhur olmuş. Ben kendisini fazla tanımam. Ama biraz araştırdığım kadarıyla iyi niyetli bir müslüman arkadaşa benziyor. Boykot markalarını ifşa etmekle de kendi çapında iyi bir hizmet yaptığını düşünüyorum. Bize de onun hakkında genel olarak hüsn-ü zan etmek düşer. 

Peki ne oldu? 

Olay şu: Sumud aktivistlerini Türkiye'ye getiren uçak indiği zaman tüm aktivistler aileleri, sevenleri ve hatta devlet erkanınca coşku ile karşılanırken emniyet güçleri tarafından Erdem Özveren gözaltına alınarak ayrı bir birime götürülüyor. Sosyal medyada paylaşılan "camın arkasındaki fotoğrafı" orada çekildi.

Hem kendisi hem de yol arkadaşları buna üzülüyor ve paylaşımlar yapıyorlar. "Bu güne kadar boykottan dolayı markalar tarafından 150'ye yakın dava açıldı bana, hepsine Allah için İslam için göğüs gerdim, Ama uçaktan iner inmez herkes çiçekle karşılanırken, bize ailemiz çoluk çocuğumuz önünde gözaltı olunca, artık devletime olan ümidim tamamen kırıldı" mealinde bir paylaşım yapıyor. Benzer bir paylaşımı da aktivistlerden Ersin Çelik de yaptı. 

Sonra İstanbul valisi bu konuda bir basın açıklaması yaptı. Meğer Erdem'in hanımı "eşim kayıp" diye ihbar vermiş, o da gelir gelmez "bulundu" tutanağı için alıkonulmuş. Vali "o gün gözaltına alınmadı ve adli kontrole de arkadaşları ile birlikte gönderildi" diyor. Şimdi bu "resmi" açıklamayı doğru kabul etmekle birlikte Erdem beyin şikayeti ile ilgili bir tenakuz bir çelişki durumu yok ki. Erdem "beni gözaltına aldılar, hapse attılar, arkadaşlarımdan farklı bir yere gönderdiler" demedi ki. Uçaktan iner inmez herkesin ailesi ile kucaklaşırken neden kendisine bu kadar apar topar işlem yapılıp (o camın arkasındaki) ayrı bir birime ayrıldığını soruyor. Haksız mı? Değil. Söyledikleri hala doğru.



Paylaş:

26 Eylül 2025 Cuma

Suriye devrimini Erdoğan mı yaptı?

Trump, "Bence Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye konusunda sorumlu kişi. Suriye'nin başarılı savaş sürecinde de sorumluluk ona ait. Eski liderden ülkeyi kurtaran da oydu." dedi.

Erdoğan "yok yok ben yapmadım" dediyse de Trump'ın iddiası kesin ve net. En şedit Erdoğancılar bile bu kadar net iddia edemiyor.

Peki doğru mu? Devrim sürecinin nasıl geliştiğini daha önce de ayrıntılı bir şekilde yazmıştım. Tekrar kabaca ele alalım.

2018'de Suriye'de Esed bloku dışında 3 muhalif blok daha vardı. SDG Amerika ile müttefikti. SMO eski adıyla ÖSO ise Türkiye ile müttefikti. HTŞ (Heyet-i Tahrirüş Şam, önceki adıyla en-Nusra) hiç kimse tarafından desteklenmiyor hem ABD hem Türkiye hem de Körfez Arap ülkeleri tarafından terör örgütü olarak kabul ediliyordu. ABD HTŞ'nin lideri Ahmet Şara'nın (kod adı Ebu Muhammed ec-Colani) başına 10 milyon dolar ödül koymuştu. O zamanlar Türkiye de HTŞ'yi terör örgütü olarak tanımlamıştı. Ancak Türkiye ile doğrudan bir çatışma durumları hiç olmadı. 2016-2018'de HTŞ ve Türkiye'nin desteklediği SMO mücadele etti ve HTŞ SMO'yu İdlip'ten çıkardı. Bunlar SMO ile çatışsalar da Türkiye'ye doğrudan bir düşmanlık yapmadılar. Devrimi Türkiye'nin desteklediği SMO değil HTŞ yaptı. Ancak her şeye rağmen Türkiye ve Erdoğan'ın bunlara devrimden önce dolaylı olarak birçok faydası oldu. Şöyle ki;

Esed Rusya ve Şii blok HTŞ'yi Halep'ten çıkardılar. Bunlar İdlip'te sıkıştılar. Eğer bunlara İdlip'te de saldırsalar Türkiye HTŞ'nin yararına Esad karşıtı savaşa dahil olacaktı. Hatta çatışmalar başlamıştı. Çünkü bu, Türkiye'ye büyük ve yeni bir göç dalgasına sebep olacaktı. İdlip'e sıkışan HTŞ'ye Esed'in saldırmasına Türkiye izin vermedi bunun üzerine Astana barış anlaşması yapıldı ve İdlip'in de dahil olduğu bir çatışmazlık bölgesi oluşturuldu. Çatışmazlık bölgesi HTŞ gruplarının 5 yıl içinde kendilerini toparlamasına ve devrim için hazırlık yapmasına olanak sağladı.

HTŞ'nin 27 Kasım 2024 saldırısından kısa bir süre önce Erdoğan Esed ile görüşmek ve ilişkileri normalleştirmek istiyordu. Esed ise "önce Türkiye Suriye topraklarından çekilsin sonra görüşürüm" diyerek kibirli bir tavır takındı. 

HTŞ Esed rejiminin o ara İdlip'e sürekli artan tacizlerine karşı saldırı başlatınca açıkçası Türkiye rahatsız oldu, çünkü Astana barışının bozulmasını istemiyordu. Ama muhaliflerin muzaffer yürüyüşünü görünce Erdoğan devrimi hemen sahiplendi. "Halep'ten sonra Hama, Humus, Şam devam edin" dedi. Devrim o kadar hızlı gelişti ki 7 günde Esed ve destekçileri tüm cephelerde bozguna uğradı ve Halep, Hama ve Humus ele geçirildi. 8. günde Esed ailesi ve rejimin önemli adamları kaçtı ve Şam da teslim oldu. 

Her şey o kadar hızlı ve güçlü oldu ki bunu ancak Erdoğan başarmış olabilir kanaati hasıl oldu. Devrimden sonra ise elbette Türkiye'nin desteği artarak devam etti. 

Bir şey daha var. Suriyelilerin Türkiye'nin vassalı olmak gibi bir niyeti yok. Bunun için Ahmet Şara Katar ve Arabistan ile yakınlaştı. Son tahlilde Arabistan ve Türkiye Suriye'yi birbirine kaptırmamak için ikisi de destek verme konusunda birbiriyle yarışıyor. Trump Arabistan'a gidince veliaht prens Muhammed bin Selman ona Ahmet Şara hükümetini tanıması ve yaptırımları kaldırması için baskı yaptı. Tam o anda Erdoğan da telefonla bağlanıp aynısını Trump'tan istedi.

Peki Trump'ın bu söylemlerinin arkasında ne var? Erdoğan'a "bak senin isteğinle senin olan Suriye'deki yaptırımları kaldırdım ama bu kıyağımı da unutma" diyerek borçlandırmak istiyor.



Paylaş:

23 Eylül 2025 Salı

İsrail'e karşı çıkanların Katolikler olması dikkatinizi çekti mi?

Bu konu kimsenin dikkatini çekmemiş olabilir. Konu şu: Avrupa'da İsrail'in katliam ve soykırımını destekleyenlerin başında Katolikler geliyor. Hem ülkeler düzeyinde hem de halklar düzeyinde böyledir.

Papa defalarca Gazze için barış ve ateşkes çağrısında bulundu. Kendisi katolik kilisesinin başıdır ve Katolikler de Yahudileri sevmezler. Yahudileri sevenler Evanjelik Protestanlığı. Çoğu Amerika'da yaşar. Tüm Protestonlar Katoliklere göre Yahudilere kategorik olarak daha yakındır. Ama özellikle Evanjelikler.

Bugün İsrail'e karşı çıkan Avrupa ülkelerine bakalım: İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya, Belçika ve İrlanda. Bunların tümünde hakim olan mezhep Katolik mezhebi. Bu bir tesadüf değil. Fransa diğerlerine göre daha az Katolik olabilir. Çünkü Kalvenist Protestanlığının merkezi de Fransa'dır. Yine de Katolik nüfus bu ülkede çok fazladır. Tüm bu ülkelerde dikkat ederseniz tabandan gelen bir itiraz var. Halk Vatikan'daki papaya bağlı. Hatta Hitler de Katolik kökenlidir.

İngiltere Anglikan Protestanlığı. Bu yüzden İngiltere'de halk tabanında güçlü bir Yahudi karışıklığı yok. İngiltere'de Katolik yok. Almanya'da Luteryen Protestanlığı ve Katolik mezhebi mevcut. Geçmişte Yahudilere soykırım yapan Naziler çoğunlukla Katolik kökenliydi. Günümüzde baskı altında oldukları için ikinci planda duruyorlar.

Olayın bir de Gazze ayağına bakalım: Gazze'de üç kilise var. 

- Rum Ortodoks Kilisesi
- Katolik Kilisesi
- Baptist Protestan Kilisesi. 

İsrail Ordusu 17 Temmuz 2025'te Gazze'de Katolik Kilisesine bir saldırı düzenledi. Kilise cemaatinden 2 kişi öldü ve birçok kişi yaralandı. Saldırıyı Fransa İtalya ve Vatikan güçlü bir şekilde kınadı. 

Yani kısacası Avrupa'da derin mezhebi farklılıklar var ve bu durum hala Avrupa sosyolojisini ve siyasetini etkiliyor. Bunun bir sonucu olarak Avrupa'da İsrail'in taşkınlıklarına, katliam ve soykırımına en fazla tepki gösteren Katolik halklardır. 



Paylaş:

2 Nisan 2025 Çarşamba

Trump Rusya'nın yayılmacı vizyonunu anlayamıyor

Putin Trump ile kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Çünkü Trump kendi gibi başarılı bir girişimci olan Elon Musk ile birlikte kendi aklına çok güvendi ve Amerikan devlet aklını küçümsedi.

Putin'in çeşitli vesilelerle Ukrayna ile barış müzakereleri için ortaya koyduğu nihayi hedefler şöyledir:

  1. Ukrayna'daki mevcut hükümetin devrilmesi ve yerine geçici bir hükümet kurulması. Müzakereyi o geçici hükümetle yapmak istiyor.
  2. Ele geçirdikleri toprakların ilhakı ve Ukrayna'nın bu topraklarda hak iddia etmekten vazgeçmesi.
  3. Ukrayna'nın NATO'ya girmesinin sonsuza kadar engellenmesi.

Bu şartlar sadece Ukrayna'yı değil her bakımdan Avrupa'nın güvenliğini de tehdit ediyor.

Rusya ABD ile masaya oturmuş gibi yapıyor. Şimdilik masaya oturmayan tarafın Ukrayna olduğunu göstermeyi ve Ukrayna'yı ABD nezdinde izole etmeyi başardı. Diğer taraftan askeri saldırıyı sürdürüyor ve sahada etkinliğini genişletiyor. Rusya'nın Ukrayna işgali altındaki Kursk bölgesini kurtarmaya devam ederken Ukrayna topraklarında ilerlemeye ve kendisinin işgal ettiği alanları genişletmeye de devam ediyor.

Trump ise hala Zelenski ile değerli maden pazarlığında ...

Tarihsel olarak Avrupa'nın Rus yayılmacılığını sınırlayıcı bir rolü var.  Rusya'nın Osmanlı ile yaptığı birçok savaşta ele geçirdiği toprakları Avrupa'nın zorlaması ile anlaşma masasında terk etmek zorunda kalmıştı. Rusya 19 yüzyıl boyunca Osmanlı ile yaptığı savaşlarda özellikle Balkanlarda Osmanlı'dan kazandığı hemen hemen tüm toprakları geri vermek zorunda kaldı. Bunun en açık örneği 1877'deki 93 Harbinde Avrupa'nın reddetmesi sonucu Ayastefanos Antlaşması'nın kaldırılıp yerine Berlin Anlaşmasının yapılmasıdır. Yine Avrupa'nın baskısı ile 1812 savaşında ve 1829'daki Edirne anlaşmasında Rusya savaşta kazandığı Balkanlardaki toprakları Osmanlı'ya geri vermek zorunda kaldı. Avrupa'nın Rusya yayılmacılığına karşı harekete geçtiği en önemli olaylardan birisi de 1853'teki Kırım savaşıdır. Kırım Savaşı'nda Rusya tek başına Osmanlı'ya karşı harekete geçerken Avrupa ülkeleri (İngiltere Fransa ve Sardunya) Rusya'nın Osmanlı topraklarını ele geçirmesine karışı olduklarından Osmanlı lehine bir ittifak kurup Rusya'ya karşı savaşa katılmışlardır.

Neticede Avrupa Rusya'nın genişlemesini durdurmaya çalışmıştır. Bu durum 2 Dünya Savaşı'ndan sonra bozulmuştur. Böylece NATO da buna karşı kurulmuştur. Hatta Türkiye'nin NATO'ya girme sebebi de Rus yayılmacılığına karşı duyulan endişedir.

Bugün de Avrupa Rusya'nın Ukrayna Savaşı'nda toprak ilhakına karşı son derece hassas durumdadır ve kırmızı çizgisidir. Bu Amerikan ve Atlantik siyaseti içinde geçerlidir. Ama Trump ve kendisi gibi akla bir karış havada olan kurmayları bunun çok farkında görünmüyor.

Paylaş:

1 Nisan 2025 Salı

Ölünün ardından neden olumsuz konuşuluyor

Ben çok büyük zulüm haksızlık ve düşmanlık yapan kişiler haricinde ölülerin ardından olumsuz konuşulmasını tasvip etmiyorum. Fakat kanımca bir insanın arkasından iyi konuşulmasını da hakketmesi gerekir. Değilse kişi hakkında susmak en iyisidir.

Volkan Konak'ın ölümü üzerine her zaman olduğu gibi yine sosyal medya bölünmüş ve çalkalanmış durumda. Genelde dindar kesimin arkasından onun iyi konuşmadıklarını gördüğümden hemen onu araştırmaya giriştim, twitter'ında paylaştığı twitlere ve yaptığı konuşmalara, paylaşımlara baktım. Volkan'ın laik-dindar çatışmasında açıkça taraf olduğu ve dindar kesime karşı olduğu twitter paylaşımlarından da anlaşılabilir. Ayrıca "ben ölünce beni gömmeyin, beni yakın, küllerimi de Karadenize ve Trabzona serpin" dediği de konuşuluyor. Bunun salt bir bireysel inançsızlığın gereği mi, yoksa toplumun inanç ve değerlerine bir tepki göstergesi mi olduğu tartışma ve yoruma açık.  

Benim bu konudaki genel tespitlerim şöyle:

Türkiye müslümanlarının ve İslamcılarının diğer müslüman toplumlardan daha fazla hoşgörülü olduğunu söyleyebiliriz. Yani dindarlık ile uyuşmayan bir yaşam biçiminiz varsa bu Türkiye müslümanları ve İslamcıları için sorun teşkil etmez. Ama siz dindarlığa ve islamcılığa saldırıyorsanız o başka.

Yakın bir dönemde Müslüm Gürses, Cüneyt Arkın, Ferdi Tayfur, Filiz Akın, Kenan Işık, Ahu Tuğba, Erkin Koray ve hatırlayamadığım yada ismini bilmediğim diğer bazı ünlüler öldü. Ben bunların arkasından kötü bir söz söyleyen bir dindar görmedim. Neden, halbuki bu insanların yaşam biçimleri hiçbir şekilde islam ile uyuşmuyordu. Hatta bunların sadece bireysel yaşamları değil, icra ettikleri sanatları da İslam'a uygun değildi.

Burada kişilerin hayatlarının ve hatta sanatlarının İslam ile uyuşup uyuşmaması değil, İslam ve müslümanlara karşı olumsuz davranışları, sözleri ve tavırları etkili oluyor.

Yanlış hatırlamıyorsam Ahmet Kaya da "öldükten sonra beni yakın" demişti. Fakat bu sözünden dolayı Ahmet Kaya'ya laf söyleyen bir dindar hatırlamıyorum. Ahmet Kaya ömrünün sonlarına doğru Diyarbakırda verdiği bir konferansın ardından söylediği sözler özellikle milliyetçi tayfa tarafından hedef alınmasına sebep olmuştu.

Kemal Sunal'ın politik duruşu bellidir ve muhafazakar karşıtı sol çizgisi oldukça belirgindir. Filmlerinin çoğu Aziz Nesin'in kitaplarından uyarlanmıştır. Ama hepimiz filmlerini izledik sevdik, üzerimize alınmadık. Aynı şey İlyas Salman için de geçerli idi. Banker Bilo'nun burjuva ve muhazakar karşıtı rolleri bir dindarı hiçbir zaman rahatsız etmedi. Ama son zamanlarda İlyas Salman sosyal medya aracılığı ile dindar kesimi hedef alan açık mesajlar veriyor ve bu polemiğin ve çatışmanın bir parçası oluyor. Bu durumda hedef aldığı kesimlerce onun sanatına saygı gösterilmeyeceği açıktır.

Aslında anlatmak istediğim şudur:

Sanat yaratıcılığın ve hayal gücün ifade biçimi olarak tanımlanır. Eğer bu tanımı daha da daraltırsak "sanatın bir ifade biçimi olduğunu" söylememiz gerekir. Sanatçılar kendi mesajlarını, umutlarını hayallerini düşüncelerini korkularını ve ümitlerini sanatsal yaratıcılık yoluyla aktarırlar. Bu yönüyle sanat toplumsal değişimin başlatıcısı ve temel bir dinamiği olduğu kabul edilir. Dolayısı ile bir sanatçının sanat yoluyla verdiği mesajlar hedef kitlenin inancına aykırı olsa da tolere edilebilir. Fakat sanatçı bizzat sanatı yerine kendisi bir özne olarak kamplaştırıcı faaliyette bulunduğunda aynı tolerasyon gösterilmez.

İyi sanatçılar hangi düşünceden olurlarsa olsunlar düşüncelerini icra ettikleri sanatlarında verirler. Kötü sanatçılar ise düşüncelerini Twitter'dan dile getirir ve kamplaştırıcı bir dil kullanırlar. Elbette böyle devam ettiği sürece sataştığı kesimler onların sanatına ve kişiliğine da saygı göstermeyecektir.

Paylaş:

30 Mart 2025 Pazar

Üniversite öğrencisi ile polis polemikleri

Gösterideki üniversite gençleri polisi hedef alıp "Okuyabilseydiniz Polis Olmazdınız" diye pankart açmışlar. Kendini Aristo sanan cahiller 😃

Bugün yüksek puanla girilen ODTÜ, Boğaziçi, Galatasaray Üniversiteleri öğrencilerini, hatta puanı yüksek olmayan herhangi bir üniversitenin öğrencilerini, yani üniversite öğrencilerinin tümünü polislik sınavına soksan beşte biri (%20) ya kazanabilir yada kazanamaz. Benim tahminim o kadar. Çünkü üniversiteye girmek için "bilişsel yetenek" yeterli iken polis olabilmek için buna ek olarak "duyuşsal yetenek" ve "psiko motor yetenek" de gereklidir. 

Her şeyden önce KPSS'den belirli bir yeterlilik puanı alması gerekir, ek olarak mülakatta genel kültürünün ve güncel olaylar hakkındaki bilgilerinin yeterli olması lazım. Polisler kanun ve mevzuat konusunda da bilgili olmak zorundadır. 

Polis olabilmek için bunların yanı sıra temel olarak belirli bir boy-pos olması, belirli bir düzeyde kondisyon ve fiziksel dayanıklılığın bulunması gerekir. Koşu, mekik, şınav, engel atlama gibi kısıtlı sürede yapılması gereken çeşitli fiziksel sınavlardan geçerler. Psiko-motor yetenekleri gelişmemiş, geçmişinde spor yapmamış kişilerin büyük çoğunluğu bu sınavdan eleneceklerdir. 

Psikolojik dayanıklılık, silah kullanmaya elverişlilik, iletişim kurma becerisinin gelişmiş olması, çevreye, olaylara ve insanlara hızlı adaptasyon kabiliyetinin yüksek olması gerekir. Özgüveni yüksek, diksiyonu düzgün, ikna kabiliyeti güçlü ve stres altında çalışabilen kişiler olması gerekir.

Peki sizce o küçük Aristolarımızın kaçta kaçı bu sınavlardan geçebilirlerdi 😃

***

Polis ODTÜ'lü gence "akıllı olun" demiş. Genç de "ben zaten akıllıyım 500 puan alıp ODTÜ'yü kazanmış kişiyim" deyince Polis de "500 puan alıp ODTÜ'yü kazanmışsın ama üniversiteyi kazanamayan birinin peşinden koşuyorsun" demiş. 😃

Cevap çok zekice...

Fakat bu hep böyle değil midir?

- En yüksek puanı alanlar mühendis ve teknik eleman olur.

- Daha düşük puan getirenler işletme filan okur yönetici olur.

- En düşük puan alanlar veya kazanamayanlar da siyasetçi ve lider olur, herkes de onların peşinden koşar.

500 puan seviyesinde olan kaç siyasi liderimiz var ki? Birisi "Ali Babacan" demişti. ODTÜ'yü birincilikle bitirmiş bir kişidir kendisi. Fakat tam da bu yüzden siyasi liderlik yeteneği yok zaten.





Paylaş:

28 Mart 2025 Cuma

İmamoğlu soruşturma ve ifadesi üzerine

Ekrem İmamoğlu'nun savcılıkta geçen ifadesini ve sorgusunu içeren 121 sayfalık belgeyi okudum. 

Kısa bir değerlendirme yapacak olursak, Soruların %90'ına "Bu soruyu muhatap kabul etmiyorum, iddiaları şiddetle reddediyorum" şeklinde cevap verdi. 

Son sözünde de "ben üç kez İstanbul seçimlerini kazanmış bir kişiyim bana bunları soramazsınız" mealinde uzun bir açıklama yapıyor. 

İyi de sana kazandığın seçimlerle ilgili sorular sormuyor ki, senin yönettiğin belediyede senin kurumların, senin adamlarının hakkında ortaya çıkan yolsuzluk iddiaları bunlar. Üç seçim kazanmak sana "sorulamaz" hakkı veriyorsa o zaman Erdoğan bugüne kadar 30 yıldan beridir girdiği 20'ye yakın bütün seçimleri kazanmış. o zaman ona da kimsenin sormaması gerekir.

Her şeyi normal, temiz, düzgün bir yönetici olsa çıkar her şeyi çatır çatır savunur. Bu telaş, bu panik, bu üstencilik neden?

***

Şimdi deniyor ki, "gizli tanık". Bu konuda da algı yapıyor.

  • 4 gizli tanık
  • 13 kimliği açık tanık
  • 4 müşteki (şikayetçi, davacı)

Gördüğünüz gibi dava gizli tanık beyanlarına dayanmıyor. 

Gizli tanıkların ifadeleri de oldukça önemli bilgiler içeriyor ve bu bilgiler Masak raporları ve elde edilmiş olan diğer açık bilgilerle uyum sağlıyor. Örneğin gizli tanıklardan biri "Adem Soytekin'in İmamoğlu'nun gizli kasalarından biri olduğunu duyduğunu" söylüyor. Adem Soytekin ifadesinde de İmamoğlu'nun şirketleri ile herhangi bir ticari ilişkisinin olmadığını söylemişti. Ancak Masak raporları İmamoğlu İnşaattan Adem Soytekin'in şirketine 8 daire devredildiğini ve yine başka zamanlarda para transferi olduğunu gösteriyor. Dairelerin karşılığında bir ödeme görünmüyor. Adem Soytekin bunun hakkında tekrar sorgulandığında İmamoğlu inşaat ile birlikte iş yaptığını onun karşılığında 8 daire aldığını söylemiş. İmamoğlu ise bu iddiaların tümüne "Bu soruyu muhatap kabul etmiyorum ve iddiaların tümünü şiddetle reddediyorum" cevabını vermiş.

İyi de bilader senin şirketinden senin gizli kasan olduğu iddia edilen kişiye 8 daire gittiği görülüyor. Bunu açıklaman gerekmiyor mu? 

***

Soruşturmalar özellikle reklam panoları üzerindeki sistematik yolsuzluk ağını gösteriyor. Şikayetçi firmalardan birinin önceki yönetim zamanından kiralanmış reklam panoları vardı. 2019'da İmamoğlu kazandıktan sonra süresi dolmadığı halde kendisine ruhsatını yenilemesi gerektiği söyleniyor. Ruhsat yenilemek istediğinde bu sefer ek ücret ve rüşvet talep ediliyor, vermeyince ruhsatı iptal ediliyor ve panoları tahrip ediliyor. Sektördeki birçok firmaya bu şekilde zorluklar çıkarılırken yandaşlarına ve kendi kurdukları paravan firmalara usulsuz ve muvazalı ihaleler ile ruhsatlar veriliyor. Kendi firması bilbordları işletme hakkını aldıktan sonra bilboardların boyutu büyütüyor ve giantboard yapıyor, sayısını da arttırıyor. Böylece 5-6 kat daha fazla kazanç elde ediyorlar. Bunun gibi birçok örnek ve kanıtlanmış detaylı anlatımlar var. 

İmamoğlu benim bilgimin dışında diyerek sıyrılabilirdi. Ama o kadar kolay olmayacak, alttaki insanlara topu atarsa onlar da itirafçı olup daha fazla bilgiyi ortaya saçabilirler. 

***

Suçlamalar oldukça sağlam ve somut. Kanaatime göre sadece yolsuzluk suçlamalarından en az 10 yıl hapis cezası yer. Terörden ceza alacağını beklemiyorum.



Paylaş:

Osmanlı'da Bayram Selası


Osmanlı döneminde bayram selası şöyle okunurmuş. Şu güzelliğe bakar mısınız?
 
Leysel 'idu limen lebisel cedid
İnnemel 'idu limen hafe minel va'id
 
Leysel 'idu limen rekebel mataya
İnnemel 'idu limen terekel hataya
 
Leysel 'idu limen basatal bisat
İnnemel 'idu limen teceveze ales sirat
 
Tercümesi:
 
Bayram yeni elbise giyenlerin değildir
Bayram kıyamet azabından korkanların bayramıdır.
 
Bayram bineklere binenlerin bayramı değildir
bayram günahları terkedenlerin bayramıdır.
 
Bayram evini dayayıp döşeyenlerin değildir
Bayram sırat köprüsünden geçebilenlerin bayramıdır.
 
***
 
Tüm İslam aleminin bayramını tebrik eder; Filistin'in mansur, ümmetmizin mamur; tüm müslüman ve müminlerin ibadetinin mebrur, dualarının makbul, kalplerinin mesrur olmasını niyaz ederim.

Paylaş:

İmamoğlu ve İBB ile MEB arasındaki kreş sorunu


İmamoğlu yolsuzluk ve terör suçlaması ile gözaltına alındığında sorgudaki ifadesinde "Kreş konusundaki icraatı nedeniyle kendisine siyasi kumpas kurulduğunu" söyledi.

Hapishanede iken de yine "Kreş açtığım için hakkımda soruşturma açılmış. İfade vermek isterdim ama şu an gözaltındayım, yoksa seve seve bu şehrin çocukları için yaptığımız kreşleri tüm gücümle savunurdum. Kreş açma suçunu işlemeye devam edeceğiz" açıklamasında bulundu.

Suçu kendine göre popülize ve politize edip suç olmaktan çıkarıyor. O zaman şöyle soralım:

Diyelim ki ben de şehrin çocuklarını eğitmeye, hizmet etmeye karar verip İstanbul'da bir kreş açtım ama belediyenin ruhsat için talep şartları yerine getirmediğim için ruhsatsız devam ettim. Gelen belediye personeline de "gücünüz yetiyorsa gelin kapatın" diyerek rest çektim. Olur muydu Ekremciğim? Çünkü Ekrem'in yaptığı tam olarak bu.

Şimdi ben bu konuyu biraz araştırdım ve detaylarını sizinle paylaşayım.

Okul öncesi kurumların niteliği yaşa göre belirleniyor. Buna göre Kreş ve Anaokulu farklıdır.

- 0-24 aylık yaş arasında çocukların dahil olduğu kuruma KREŞ deniliyor ve bu kreşlerin yönetimi Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına bağlıdır. Bakanlığın Resmi gazetede 29342 sayılı Yönetmeliğinde tanımların yer aldığı Madde 4'ün h. fıkrasında "Kreş: 0-24 aylık çocuklara hizmet veren kuruluşu" diye tanımlanıyor.

- 36-68 aylık yaş arasındaki çocukların dahil olduğu kuruma da ANAOKULU deniliyor. MEB'in Okul öncesi yönetmeliniğinin Madde 4 a) fıkrasında yine "Anaokulu: Eylül ayı sonu itibarıyla 36-68 aylık çocukların eğitimi amacıyla açılan okulu" şeklinde tanımlanmaktadır.

Özetle 0-24 arası aylık olan çocukların olduğu kurumlara "kreş", 36-68 arası aylık olanlara da "anaokulu" denir.

Şimdi İBB'nin açtığı "Yuvamız istanbul" kurumunun web sitesinden baktığımızda şöyle yazıyor: "3-6 yaş aralığındaki çocukların ihtiyaçlarını gözeterek; onların bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimlerini destekleyen güvenli ve zengin öğrenme ortamları sunan bir kurum olmayı hedefliyoruz."

Yani senin kurduğun Kreş değil Anaokuludur. Dolayısı ile anaokulu açılması işletilmesi ve yönetilmesi tamamen Milli Eğitim Bakanlığına bağlıdır. Özel anaokulları açılsa dahi bu da Özel okullarda olduğu gibi tamamen Milli eğitime bağlıdır.

İBB'nin açtığı ve kreş adı verdiği anaokulları MEB'e bağlanmayı ve denetlenmeyi kabul etmemekte ve ilgili mevzuatı çiğnemektedir. MEB, Yuvamız İstanbul kurumunun kapatılmasını veya MEB'e devredilmesini resmi olarak talep etti. İmamoğlunun buna verdiği cevap "güçleri yetiyorsa gelsin kapatsın" şeklinde oldu.

Cin olmadan şeytan çarpmaya kalkmak deyimi böyle bir şeydi galiba 😃

Paylaş:

Blog Arşivi

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *